.

.

E-posta Yazdır PDF

Hz. Ebû Bekir Sıddîk

balk.jpgBeraber hicret ederiz


  Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah efendimizin izniyle Medine’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istediğinde, Resul-i ekrem buyurdu ki:

 - Sabreyle, Ümidim odur ki; Allahü Teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.

- Anam-babam sana feda olsun ya Resûlallah! Böyle ihtimal var mıdır?

- Evet vardır.

     Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekiri sevindirmişti.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir hazırlıklara başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakirler, hastalar, ihtiyarlar ve müşriklerin hapse attığı müminler kalmıştı.

    Diğer taraftan Medineli Müslümanlar, yani Ensar, hicret eden Mekkelileri yani Muhacirleri çok iyi karşılayıp, misafir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.

    Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü tealanın emriyle evinde Hz. Ali’yi bırakıp, müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki:

- Hicret etmeme izin verildi.

 Hz. Ebû Bekir Sıddık heyecanla sordu:

- Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim ya Resûlallah! Ben de beraber miyim?

 Efendimiz cevap verdiler:

- Evet...

 Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında dedi ki:

- Anam-babam sana feda olsun ya Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murat ederseniz, onu kabul buyurunuz.

- Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım. Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi.

Hz. Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhur olan zatı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti.

 Safer ayının 27si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekir Sıddık, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Resulullahın çevresinde, bazen sola, bazen sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki:

- Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zatınıza feda olsun ya Resûlallah!

- Ya Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musibetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?

- Evet ya Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, gelecek bir musibetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim.
Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki:

- Allah için ya Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zatınıza bir keder, bir elem değmesin.


 Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri davet eyledi. Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hz. Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hz. Sıddık’ın ayağını yılan soktu. Rasûlullah’ın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Rasûlullah’ın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki:

- Ne oldu ya Ebâ Bekr?

- Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bakir’in yarasına, iyi olması için mübârek ağzından tükürük sürünce, acısı hemen dindi, şifa buldu.

 Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddık içerde iken, müşrikler, iz takip ederek mağaranın önüne geldiler. Mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkame dedi ki:

- İşte burada iz kesildi. Müşrikler dediler ki:

- Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür.

Müşrikler kapı önünde münakaşa ederken, içeride Hz. Ebû Bekir endişeye kapıldı. Kâinatın sultanı efendimiz buyurdu ki:

- Ya Ebâ Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allahü Teâlâ bizimledir. Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebîul-evvel ayının 8. pazartesi günü Medine’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî şemsî sene başlangıcı oldu.

 Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullah’tan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını feda etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.

 

Bedir savaşında bir ara, İslâm askeri zorlanmaya başladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, Sa’d ve Saîd hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zerr’i gönderdi. Daha sonra da Hz. Ömer’i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu:

- Yanımdan ayrılma ya Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.

Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i ağlarken görünce buyurdu ki:

- Yâ Ebâ Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur.


Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzumsuz hiçbir şey konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbur kalmadıkça asla dünya kelâmı konuşmazdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ebû Bekir’in imanı, bütün müminlerin imanı ile tartılsa, Ebû Bekir’in imanı ağır gelir.”

 Peygamber efendimizin ilk halifesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazileti, üstünlüğü, sadece Hz. Ebû Bekire nasib olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi memnun etmek için malını vermekte, düşmana karşı cihad etmekte, hep önde olmuştur. Hadîd sûresinde mealen buyuruldu ki:

“Mekke-i mükerreme’nin fethinden önce, malını veren ve cihad eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihad edenden daha büyük derece vardır. Allahü Teâlâ hepsine Cenneti vadetti."

Bu âyet-i kerimenin, Hz. Ebû Bekir’in faziletini ve derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği ile bildirmişlerdir. Tevbe sûresinde de, önce imana gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, Allahü tealanın razı olduğu bildirilmiştir.

 Tebük gazasında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Hz. Ömer, ‘her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim’ diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslim etti. Peygamber efendimiz sordu:

- Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?

- Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Sonra Hz. Ebû Bekire dönüp sordu:

- Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?

- Yâ Resûlallah, evime bir şey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım.
Resûlullah efendimiz Hz. Ömere dönerek buyurdu ki:

- İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.

 Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kiram ile sohbet ederken, Şehitliğin faziletlerini anlatıyorlardı. Şehitlerin şefaati hakkında buyurdu ki:

- Kıyâmet gününde şehitler, mahşer yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabaları ve dostlarından 70 bin kişiye şefaat ederler.
Bu sözleri işiten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehid olmak için dua istedi. Resûlullah efendimiz de dua ettiler. Bir müddet sonra, muharebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu muharebe Hz. Nevfel’in duasından sonraki ilk muharebe idi. Ve bu muharebede Hz. Nevfel şehid düşerek, arzusuna kavuştu.

   Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muharebeden dönüyorlardı. Karşılamaya gelenler arasında, Hz. Nevfel’in hanımı, çocukları ve yaşlı annesi vardı. Yaşlı annesi, ‘Gazanız mübârek olsun’ dedikten sonra Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri nemlendi. Oğlunun şehitlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı. Elleriyle arkayı işaret edip, yoluna devam etti. Hz. Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın aslanı Hz. Aliye de aynı şekilde oğlunu sordu. O da şehitlik haberini veremeyip, arkayı işret etti. Yaşlı kadın daha sonra, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a rastladı. Onlara da oğlunun durumunu sordu. Onlar da cevap veremeyip Resulullahın yaptığı gibi arkayı işaret ettiler. En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin aziz arkadaşına yaklaşarak aynı şeyleri sordu. Hz. Ebû Bekir kendi kendine düşündü:

Ya Rabbi! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem, mahzun kalpleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen bana öyle bir şey ilham et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım! Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle:

- Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye bağırdı. İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki:

- Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın? Bu atlı, Hz. Nevfel’den başkası değildi.

Sonra, Cebrail aleyhisselam gelip, Peygamber efendimize şunları söyledi:

 - Yâ Resûlallah! Hak tealanın selâmı var. ‘Eğer Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH) deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan söylememiştir’ buyurdu.

 Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce yaşadı. Nihayet, Yemâme cenginde tekrar şehitlik şerbetini içti.

 Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefatından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefat edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescid de ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu. Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki:

- Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır. Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:

- Kim Resûlullah öldü derse, kılıcımla boynunu vururum!

 Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbas’ın Eshâb-ı kiram arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kiramı ancak bunlar teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:

- Ey insanlar! Resulullahın, Ben vefat etmeyeceğim dediğini içinizde duyan var mı?

- Hayır, böyle bir söz duymadık. Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu:

- Yâ Ömer, bu hususta sen bir şey duydun mu?

- Hayır duymadım. Sonra Eshâb-ı kirama dönüp buyurdu ki:

- Hiç kimse, Resulullahın vefat etmeyeceğini söyleyemez. Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü Teâlâ Kuran-ı kerimde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Allah’ın kitabi ve Rasûlullah’in sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanin size ulaşmasına fırsat vermeyiniz”
(İbn Hişam, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).

 Resûlullah, İslâmiyet’in bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.    Sonra, Hz. Abbâs da buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.

Yasal uyarı : Sitedeki sohbet, yazı ve resimler; üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan ve kaynak göstererek alınabilir.
Üzerinde değişiklik yapılması, ticari amaçla kullanılması hukûken yasaktır.