Müteşabih Ayetler
Hak Teâlâ,
"Sonra, O, Arş'a istiva etti" buyurmuştur. Bil ki, âlimler, bu ve
benzeri ayetler hususunda şu iki yolu takib etmişlerdir:
1) Bu gibi ayetlerle neyin kastedildiğini izaha
girişmeme yolu.
2) Bunları izah etmeye çalışma yolu.
Birinci yol, daha emin ve hikmete daha uygundur. Bunun daha emin oluşu şundan dolayıdır: Bir kimse, "Ben bunu izaha yanaşmam. Bundan neyin kastedildiğini bilmiyorum" derse, bu kimsenin durumu, ya konuşması gerekli olmadığı zaman konuşan kimsenin durumuna, yahut da bilmesi gerekmeyen şeyi bilmemesine benzer. Çünkü itikad esasları, tevhide haşr ve nübüvveti kabul etme üzere üçtür.
Fakat biz, haşrı bilmenin, herkese vacib olup, tafsilatını, ne zaman olacağını bilmenin ise vacib olmadığı hususunda icma ettik, işte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, Önceki sûrenin sonunda, "Kıyametin ilmi Allah katındadır" (Lokman. 34) buyurmuştur. Allah'ın zâtı konusu da böyledir. O'nun varlığını, birliğini ve icmâlen celâl ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, mümkin varlıklara ait kusur ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu bilmek vacibtir. Ama O'nun bütün sıfatlarını olduğu gibi bilmek vacib değildir. O'nun "istiva" sıfatı da kişinin, ne ve nasıl olduğunu bilmesi gerekli olmayan şeylerdendir. Dolayısıyla bir kimse, bunu izaha yanaşmazsa, bir vacibi terketmiş olmaz. Ama bunu izaha kalkışan, bu hususta hata edebilir ve böylece de, o konuda gerçeğe aykırı bir şeye inanmış olur. Birinci durumdaki insanın varacağı en son noktası "bilmiyor" olmasıdır. İkinci durumda ise, nerdeyse cehl-i murekkebe varır. "Bilmemek" ise "cehl-i mürekkeb"e kıyasla, sükûtun yalana nisbeti gibidir. Susmanın, yalandan daha hayırlı olduğunda ise, hiç kimsenin şüphesi yoktur.
Allah, Allah! Bir âlim,
"Ben, falan kitaptaki bütün incelikleri anladım, bildim" dese, bu
sözü bile hoş karşılanmaz. Ya, Allah'ın kitabında olan herşeyi bildiğini iddia
eden kimsenin hali nasıl olmuş olur? Hem sonra birisi, Allah Teâlâ, indirdiği
herşeyi beyan etmiş, açıklamıştır" diye iddiada da bulunamaz. Çünkü
gerekli açıklamanın, ihtiyaç duyulacağı vakte bırakılması caizdir. Belki de Kur'ân'da
Hz. Peygamber (s.a.s)'in dışında, hiç kimsenin ihtiyaç duymayacağı, böylece de
sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'e açıklanmış hususlar da olabilir.
Bunun böyle olduğu sabit
olduğuna göre, Kur'ân'da bilinmeyen (manası tam anlaşılmayan) şeylerin
bulunabileceği anlaşılır. Bu durum, "müteşabihliğin çok yoğun olması
sebebiyle müteşabihin manasını bilemiyorum" diyen bir kimsenin haline daha
yakındır. Fakat bu mezhebin bir şartı vardır ki, o da, kesin olarak bildiği
bazı şeylerin (yani mahluklara ait sıfatların) murad olmadığını nefyetmesidir.
ikinci yol, tehlikeli olan yoldur. Bu yolu şu iki grup benimsemiştir:
a)
"Bununla, ayetin zahirî manası kastedilmiş olup, bu istiva, kıyam
(dikilme) veya üst yerde karar kılma manasınadır" diyenler...
b) "Bununla, istilâ manası
kastedilmiştir" diyenler... Birinci kısmın anlayışı sırf bir cehalettir.
İkincilerin ki de cehalet olabilir. Birincisi, bir cehalet olmanın yanısıra bir
bid’at, hatta neredeyse bir küfürdür, ikincisi, cehalet olsa bile, bir bid'ati
doğuran bir cehalet değildir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Allah kâfirlere
merhamet eder, onlardan hiçbirine azab etmez" diye inandığında, bunun bir
cehalet, bir bid'at ve bir inkâr olması gibidir. Yine birisi, "Allah,
durumu saklı (hali bizce meçhul) olan Zeyd'e Allah merhamet eder" diye
inandığında, onun bu inancının bid'at olmayışı gibidir ki, bu inancın neticesi,
bunun vakıaya mutabık olan veya olmayan bir inanç oluşudur.
Bu hususta şu da
söylenmiştir: "Bununla, Allah Teâlâ'nın mülküne istiva ile “hükümranlığı"
kastedilmiştir. Çünkü Arş (taht), hakimiyeti İfade eder. Nitekim, bir memlekete
girmese bile, "padişah, falanca ülkenin saltanat tahtına oturdu"
denilebilir.
Bu tıpkı, cimriliğe
işaret olmak üzere, Hak Teâlâ'nın yahudilerin söylediğini haber verdiği,
"Allah'ın eli bağlıdır" (Maide, 64) ifadesi gibidir. Oysa yahudiler,
hakiki olarak, Allah'ın elinde bir bağın bulunduğu manasında bunu
söylememişlerdir. Eğer kasıt bu olsaydı, o zaman bu bir yalan olurdu. Allah'ın
kelamı İse, yalandan münezzehtir.
Hem burada şu iki izahı
da yapabiliriz: Padişahlar derece derecedirler. Binâenaleyh küçük bir şehre
veya beldeye sahip olan padişah için örf, onun hemen bir tahta oturması
şeklinde olmaz. Fakat geniş ve büyük beldelere sahip olan ve emrinde çeşitli
krallar bulunan bir hükümdarın ise, üzerine oturduğu bir tahtı, önünde de vezirinin
oturduğu bir kürsüsü bulunur. O halde örfte, Arş ve kürsü ifadeleri, ancak
saltanatın büyüklüğü durumunda sözkonusudur. Binâenaleyh gökler ve yerin
mülkiyeti de son derece bir azamet ve ululuk arzedince, örfen büyüklük ifade
eden şeylerle bu durum anlatılmıştır. Hak Teâlâ'nın, "biz yarattık, biz
süsledik, Biz yakınız, biz indirdik" gibi ifadeleri de, işte bu hususa
dikkatini çeken şeylerdendir. Şimdi hangi müslüman, bu çoğul ifadelerin
zahirine bakarak, Allah'ın ortakları olduğu manasının kastedildiğini zanneder
veya şüphe eder? Yahut bunu izahta, başka bir mana bulabilir mi? Fakat örfen
büyük olan, tek başına olmaz; onunla birlikte başkaları da bulunur. Örfen büyük
bir kral da, üzerine oturacağı bir tahtı olmaksızın düşünülemez. Binâenaleyh
"Arş" ve istiva (taht) kelimeleri de, Cenâb-ı Hakk'ın azameti
kastedilerek kullanılmıştır. Şu husus da bunu destekler: Hezimete uğramış
mağlub bir kimse hakkında, "Yeryüzü ona dar geldi. Kaçacağı bir yer
kalmadı" denilir. Şimdi bu sözü söyleyenlerin, onun hiç yeri olmadığı
manasını kastederek bunu söyledikleri düşünülebilir mi? Çünkü madde (beden)
mekansız düşünülemez. Özellikle "onun ilahı bir mekândadır" diyen
kimse, insanın mekansız olduğunu nasıl söyleyebilir? Bu tıpkı, hezimete uğramış
ve firar eden kimse için, onun her halükârda kapladığı (tuttuğu) bir mekânı
olmasına rağmen, "Onun hiçbir yeri yok" denilmesi gibidir.
Yaptığımız bu izaha
göre, ayette kullanılan, "sümme (sonra)" kelimesi, "Gökleri ve
yeri yarattıktan sonra, durum (hâdise) şöyle oldu: O mülküne istiva etti"
manasındadır. Bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca bana ikramda bulundu.
Defalarca lütfetti" deyip, bu hususta birtakım şeyleri anlatıp, daha sonra
da, "Halbuki o beni tanımazdı, ben de ona beni mükâfaatlandırmasına sebep
olacak bir davranışta bulunmamıştım" demesi gibidir. Şimdi diyoruz ki:
Buradaki sümme (sonra), hikaye edilen şey için değil, hikaye etmek için
getirilmiştir.
Bir başka izahda şudur:
Buradaki –istiva- kelimesinin, "istilâ etti" manasına geldiği ileri
sürülmüştür. kelimesi, hem naklen hem de kullanım açısından, "istiva"
manasına gelmektedir. Naklen bu anlama gelmesi çokça olup, lügat kitaplarında
zikredilmiştir ki, bu kitaplardan birisi de, "Dîvânu'l-Edeb"dir.
Yine, bu kelime, kendilerinden nakilde bulunmanın muteber addedildiği kitaplarda
da bu manada kullanılmıştır. Kullanım bakımından bu manaya gelmesine gelince,
bu, meselâ bir kimsenin "Muhakkak ki Bişr, kılıç kullanmadan ve kan
akıtmadan Irak'ı istilâ etti" şeklindeki sözüdür. Bu İzaha göre, ayetteki
"sümme" kelimesinin anlamı, bizim biraz önce de bahsettiğimiz gibi
olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Gökleri ve yeri yarattı. Sonra burada, bundan
daha büyük bir durum ki, o da O'nun Arşa
istivâsıdır, istilasıdır" buyurmuştur. Çünkü arş, Kürsî'den daha büyüktür;
Kürsî İse, gökleri ve yeri içine alacak biçimde büyüktür.
Bu husustaki bir üçüncü İzah da şudur: Bu tabirle
"istikrar" manasının ileri sürüldüğü kastedilmiştir ki, bu söz açık
olup, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânda oluşunu ifade etmez. Zira insan,
"Falancanın görüşü, -çıkma- üzerinde karar kıldı" diyebilir. Şimdi
hiç kimse, onun, "görüş"ün bir mekânda olunduğunu kastetmediğinde
şüphe etmez ki "görüş" onun çıkmaya karar vermesidir. Çünkü
"görüş" hakkında, "o mekân tutmuştur" veya "O,
mekânda bulunanlar cinsindendir"
denilmesi caiz olmaz. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, biz diyoruz ki,
"istikrar" kelimesi kullanıldığında, "mekân işgal etme"
manasının anlaşılması, o şeyin, mekân tutabilir cinsten olabilir şartına
bağlıdır, öyle ki bir kimse, Zeyd, gemi üzerinde veya taht üzerinde karar kıldı"
(istekarra) dediğinde, bu sizden, onun mekân işgal ettiği ve bir mekânda bulunduğu
anlaşılabilir. Ama bir kimse, "Hükümdar, falanca üzerinde karar
kıldı" dediğinde, bundan, o hükümdarın, sarıcanın içinde yer aldığı"
manası anlaşılmaz.
Şu halde "Allah arş
üzerine istikrar etti" sözünden, Allah'ın bir mekânda olduğu
anlaşılmamalıdır. Meğer ki onun bu mekânda olup olmamasının cevazı
bilinebilsin. Öyleyse bu lafızdan onun bir mekânda olduğunun anlaşılması, onun
bir mekânda almasının caiz olmasına bağlıdır. Onun bir mekânda olacağı ise
şayet bu lafızdan çıkarılıyorsa, bir şeyin kendi kendisine tekaddüm etmesinin
caizliğinin kabulünü gerektirir, oysa bu imkânsızdır.
< Önceki | Sonraki > |
---|