.

.

Güncel Meseleler

E-posta Yazdır PDF

FETVA USULÜ - MÜFTİ - KÂDI...

Fetvâları Nasıl Vereceğiz? *

Kâsim bin Kutluboğa (Rh.A.-Tercüme: Emin Ali Yüksel

Bütün hamdler âlemlerin Rabbine mahsustur. Allah celle Celalühü Efendimiz Hz. Muhammed’e, âline ve Ashâb’ının tamamına salât-ü selâm etsin.

Hiçbir şeye muhtaç olmayan Rabbinin rahmetine muhtaç olan Kâsım el-Hanefî[1] (Müellif’in kendisi) şöyle der: İmâmlarımızın -Allah onlardan razı olsun- mezhebinde teşehhi[2]/istek, heva ile amel edenleri bizzat gördüm. Hatta kâdıların “görüşlerden hoşa gidenle amel etmekte bir mani mi var?” şeklindeki sözlerini işittim ve cevâben, evet vardır; kişinin hevâsına/ arzusuna tabi olması haramdır. Râcih varken mukabilindeki mercûh yok hükmündedir. Farklı hükümlerin bulunduğu mes’elede tercîhi gerektirici bir şey olmadan birini seçmek Şer’an yasaktır, dedim.

İmâm Ya’merî (V.799) Tabsiretu’l-Hükkâm fî Usûli’l-Akdiye ve Menâhici’l-Ahkâm isimli eserinde şöyle demiştir: İki kavil veya rivâyetten meşhûr (kuvvetli) olanı bilmeyen kişi, tercîh kaidelerini gözetmeden dilediğini seçip hükmedemez.

İmâm Ebû Amr İbnu’s-Salah (V.643) Edebü’l-Müftî ve’l-Müsteftî isimli eserinde şöyle demiştir:

Bil ki, Şer’î bir mes’elede fetvâ ya da amelinin, bir kavle veya bir görüşe muvafık olmasını yeterli gören ve tercîh kâidelerini gözetmeden fetvâ ve görüşlerden dilediğiyle amel eden kişi cehalete düş- müş ve İcma’ı yıkmıştır.

El-Bâcî (V.474) şöyle anlattı: Bir zaman kendisi ile ilgili bir hadise vuku buldu, ulemâdan bazıları bu mes’elede el-Bâcî’ye zarar verecek bir kaville fetvâ verdiler. El-Bâcî onlara “neden böyle fetvâ verdiniz” diye sual edince, onlar “biz bu hadisenin senin hakkında vuku bulduğunu bilmiyorduk” dediler. El-Bâcî onlara, “bu yaptığınızın caiz olmadığı hakkında, Ehl-i icma’ arasında ihtilâf yoktur” dedi.

İmâm Ya’merî (V.799) Tabsiretu’l-Hükkâm fî Usûli’l-Ekdiye ve Menâhici’l-Ahkâm isimli ese- rinde şöyle demiştir:

Müftînin, hükmü haber veren makamda olması, Hâkimin ise hükmü bağlayıcı kılan makamda olmasıdır. Bunun dışında, Müftî İle Hâkim arasında fark yoktur.

Usûlcüler şöyle demişlerdir: “İcma’ olundu ki; bir mes’elede bir mezhebin görüşüyle amel ettikten sonra, aynı mes’elede o görüşü taklîd etmekten (başka bir görüşü taklîd etmeye) dönmenin sahih olmadığı ittifakla sabittir.  Mezheb-de kabul edilen de budur.

İmâm Ebû’l-Hasen el-Hatîb Takiyyuddîn es-Subkî (V.756) Fetâvâ’sında şöyle demiştir:

Bir mezhebe bağlı müftî, bir Müctehid’in mezhebiyle bir mes’e-lede “şöyledir” diye, fetvâ verdiği zaman, artık o mes’elede başka bir mezhebi seçmesi ve hilâfına fetvâ vermesi yoktur. Zira bu mahza teşehhîdir.

Takiyyuddîn es-Subkî, aynı eserinde şöyle demiştir: Kişi bir imâmın mezhebine bağlanınca, başka bir mezheb (daha doğru olduğu) ona zâhir (açık) olmadıkça o imâmın mezhebiyle mükelleftir.

Mukallid’e başka bir mezheb (in doğruluğu) zâhir (açık) olmaz. Müctehid ise, Mukallid gibi değildir. Zira Müctehid bir delilden başka bir delile geçebilir. İmâm es-Sübkî bu mes’ele ile az önce naklettiğimiz muttefekun aleyh olan usûl mes’elesini açıklamaya çalışmıştır.

Es-Sübkî şöyle demiştir: Muhtelif iki ictihaddan oluşan bir hükmü taklîd etmenin sahih olmayacağı icma’ ile sabittir. Birkaç saç telini mesh ederek abdest aldıktan sonra, üzerinde köpek necaseti (köpek teninin kişiye değmesi gibi[3]) bulunduğu halde namaz kılan kişinin durumunu buna misal verdiler.

Şihabuddin el-Akfehsî (V. 808) Tevkîfu’l-Hükkâm alâ Ğavâ-mîzi’l-Ahkâm isimli eserinde “ic-ma ile batıldır” sözünü açıklarken demiştir:

Müleffak hüküm (bir mes’e-lede bir mezhebden bir kavil, diğer mezhebden başka bir kavil alarak hükmü telif etmek) Müslümanların icmâı ile bâtıldır. Dolayısıyla Mâli-kî bir hâkim (bir mahkemede) had cezâsını isbat etse, Şâfi’î bir hâkim de onunla hüküm verse geçerli olmaz.

Şihabuddin el-Akfehsî başka bir misal daha anlattıktan sonra şöyle dedi: Birçok cahil kâdı bunu yapıyorlar. Yani müleffak hüküm ile hüküm veriyorlar.

Ulemânın muradını anlayamayan bazıları, ne zaman İmâm Ebû Hanîfe bir görüş, İmâmeyn de ona muhâlif bir görüş belirtirse, Müftî ve Kâdı iki görüşten birini tercîh etmekte muhayyerdir/serbetdir. Âlimler böyle demişlerdir, dediler.

Ben de onlara şöyle dedim: Hayır, sizin düşündüğünüz gibi değildir.

İmâm Allame el-Hasen b. Mansur b. Mahmud el-Özcendî (V.592) yani Kâdıhan, Fetâva isimli eserinde şöyle demiştir:

Zamanınızda, Hanefî mezhebine mensub bir Müftînin, kendisinden fetvâ istenildiğinde takîb etmesi gereken usûl şöyledir:

(Bir:) Eğer hüküm ashabımız (Ebû Hanîfe ve talebelerin)den hilâf zikredilmeksizin Zâhiru’r-Rivaye’de rivâyet olunmuşsa, ona meyleder ve onunla fetvâ verir. Kendisi (mezheb içinde)  sağlam bir müctehid olsa da görüşü ile imâmlara muhalefet etmez. Zâhir olan odur ki hakk, ashabımızın dediği olup onları aşmayacağı(na inanmalı)dır. Üstelik kişinin kendi ictihadı onların ictihadına ulaşamaz. İmâmlardan ittifakla gelen görüşe muhâlif olanların sözüne bakmaz, hüccetlerini de kabul etmez. Çünkü imâmlarımız, delilleri güzelce anlayıp sahih ve sabit olanı fasit ve asılsız olandan ayırmışlardır.

(İki:) Eğer mes’ele ashabımız arasında ihtilâflı ise bakılır, İmâm Ebû Yûsuf veya İmâm Muhammed’den biri Ebû Hanîfe ile aynı görüşte ise, Müftî doğru delillerin ve gerekçelerin bu ikisinin kavlinde bulunacağından dolayı onların görüşü ile fetvâ verir.

(Üç:) Eğer İki imâm (İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed) mes’elenin hükmünde, Ebû Hanî-fe’ye muhalefet etmişlerse bakılır;  ihtilâf, asrın ve zamanın (örfün) değişmesinden dolayı ise insanların hali (kötüye doğru) değiştiği için iki imâmın kavliyle hüküm verir. Mesela mahkemede zâhiri adaletle yetinmek gibi. Yine Müzaraa[4], Muamele[5] gibi mes’elelerde bütün Müteahhir/ sonraki ulemâ iki imâmın görüşünde birleştiğinden dolayı iki imâmın kavlini tercîh eder.

(Dört:) Bu anlatılan üç yerin dışında, müctehid olan Müftî muhayyerdir. Kendi görüşü ile imâm-ların sözünden hangisine kanaat getirirse onunla amel eder. Abdullah b. El-Mübarek (V.118) ise, “Müftî bu durumda da Ebû Hanîfe’nin kavlini alır”, demiştir.

(Beş:) Eğer mes’elenin hükmü Zâhiru’r-Rivâye’de değilse bakılır, eğer ashabımızın asıllarına (Mezheb anlayışına) uygunsa onunla amel edilir.

(Altı:) Eğer ashabımızdan hiçbir rivâyet yoksa bakılır, Müte-ahhir Âlimler bir görüşte ittifak et-mişlerse onunla amel edilir.

(Yedi:) Eğer Müteahhir Âlimler ihtilâf etmişlerse bu durumda ictihad eder ve kendisine göre doğru olanla fetvâ verir.

(Sekiz:) Eğer Müftî Müctehid değil Mukallid ise, cevâbı da ona izafe ederek tanıdığı en iyi Fakîhin kavli ile fetvâ verir.

(Dokuz:) Eğer tanıdığı en iyi Fakîh kendisinden uzak bir şehirde ise ona mektup yazar ve cevâ-bı araştırır. (Netîcede Müftî Allah adına konuştuğundan dolayı) Al-lah’a -helâline harâm, harâmına helâl demekle- iftira atmaktan korkması gerektiği için,  gelişi gü-zel cevap vermekten sakınır. (Kâdıhân’dan nakil bitti.)

El-Muhîtu’l-Burhânî isimli eserde, buraya kadar Müftî hakkında anlatılanların Kâdı hakkında da aynı olduğu zikredilmiştir.

İmâm Allâme Ebû Bekir Mes’ud b. Ahmed el-Kâsânî (V.587) el-Bedâiu’s-Sanâî  isimli eserin de şöyle demiştir: Kâdı ictihad ehlinden olup görüşü ile bir netîceye varırsa onunla amel etmesi vacip olur. Fakat ictihad ehlinden değilse bakılır, eğer ashabımızın kavillerini biliyor ve son derece sağlam bir şekilde zihninde muhafaza ediyorsa, kavlinin doğru olduğuna inandığı imâmı taklid ederek onun kavliyle amel eder (hüküm verir). Fakat ashabımızın kavillerini muhafaza edememiş ise yaşadığı şehirdeki Hanefî Fakîhlerin sözü ile amel eder. Eğer şehirde tek bir Hanefî Fakîh varsa, onun sözü ile amel edebilir.

Yine el-Kâsânî, Sıfâtu’l-Kadâ bahsinde şöyle demiştir: Kadâ (mahkemede hüküm vermek) halis Allah için olmalıdır. Zira kadâ ibadettir. İbadet demek amelin bütünüyle Allah rızası için olması demektir. (Kâsânî’den nakil bitti.)

Burhânu’l-Eimme es-Sadru’s-Şehîd, Hassaf’a (V.536) ait Edebu’l-Kadâ isimli eserin şerhinde şöyle der: Kâdı hükmedeceği zaman iki noktaya dikkat etmesi gerekir: Birincisi: Hüküm Ashabımız arasında ittifakî olur. Bu durumda, onunla hükmeder (başka mezhebin görüşü ile hükmetmez).  Çünkü (Mukallid), doğru görüş ashabımızın kavlinden başkası değildir (diye inanmalıdır): İkincisi: Hüküm Ashâbımız arasında ihtilâflı olur. Bu durumda Abdullah b. El-Mübarek şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe’nin kavlini alması gerekir, çünkü onun görüşü sahabenin görüşüdür, hem de o, tabiin zamanında fetvâ vermiştir. Şu halde ihtilâf asrın ve zamanın değişmesinden kaynaklanan bir ihtilâf olmadıkça, onun sözü daha doğru ve daha sağlamdır.” Müteahhir âlimler ise, bu durumdaki kâdının (Müctehid kâdıya) sorması gerekir, demişlerdir.

İbnu’ l-Hümam (V.861), El-Hidâye’nin şerhi olan Fethu’l-Kadîr isimli eserde, müctehidin kendi görüşüne aykırı olarak hüküm vermesindeki ihtilâfı naklettikten sonra netîce olarak şöyle demiştir:

“Kendi görüşünü unutarak veya kasıtlı terk ederek hilâfına hüküm verecek olsa, her iki vecihte de hükmünün geçerli olmayacağı ile fetvâ verilir. Devamla şöyle der: Bu görüş (hükmünün geçerli olmayacağı), imâmeynin kavli olup zamanımızda doğru olan da bu kavil ile fetvâ verilmesidir. Zira (bu zamanda) kendi (ictihadıyla vardığı) görüşünü, kasıtlı olarak terk etmesi geçerli bir maksada dayanmaz. Olsa olsa Şer’an geçerli sayılmayacak olan hevasından dolayıdır. Kendi görüşünü unutarak başkasının görüşüyle hüküm veren kâdı’ya gelince, mukallid olan kişi onu başkasının görüşüyle hüküm vermesi için değil, kendi görüşü ile hüküm versin diye taklit etmek istemiştir.  Bu anlatılanların tamamı (mazhebde) Müctehid olan Kâdı hakkındadır. Mukallid olan Kâdı’ya gelince, mesela (Hanefî mezhebiyle amel eden devlet idaresi) onu Hanefî mezhebiyle hüküm vermesi için yetkilendirmiş ise mezhebe muhalefet etme yetkisi yoktur. Dolayısı ile mezhebe muhâlif hüküm verecek olsa, bu hüküm hakkında yetkisiz addedilir (ve hükmü geçersiz olur.)

El-Kunye isimli eserde, el-Muhît ve diğer kitablardan şöyle nakledilmiştir: Kendi görüşünün hilâfına hüküm verdiğinde, hükmünün geçerli olup olmayacağı hakkındaki muhâlif rivâyetler, Müctehid olan Kâdı hakkındadır. Mukallid olan Kâdı, mezhebine muhâlif hüküm verecek olsa, hükmü geçersiz olur. (Nakil bitti)

Ebû’l-Abbas Ahmed b. İdris el-Karâfî (V.684) şöyle demiştir: “Müftînin râcih kabul ettiği görüşle fetvâ vermesi vacip olduğu gibi, Hâkimin de kendisine râcih olan görüşle hüküm vermesi vacip midir? Yoksa iki kavilden birini tercîh etmediği halde her hangi birisiyle hüküm verebilir mi” süâlinin cevâbı şudur: “Hâkim Müctehid ise râcih bulduğu görüşün dışında bir kavil ile fetvâ ve hüküm vermesi caiz değildir. Eğer mukallid ise, mezhebde meşhûr olan görüşü râcih bulsun bulmasın, sadece o görüşle fetvâ vermesi caizdir. Zira taklit etmiş olduğu imâmını fetvâ hususunda taklit ettiği gibi, hüküm olarak verdiği kavli tercîh etme hususunda da taklit etmesi gerekir. Hevasına tabi olarak arzu ettiği kaville fetvâ vermesi ittifakla haramdır. Mercuh kavil ile fetvâ ve hüküm vermek ise icma’a muhâliftir.” (El-Karâfi’nin sözü burada son buldu.)

(Şimdi hangi kaville amel edeceğiz) Müctehid ve fakîh kalmadı diyerek ulemânın muradını anlamayan birisinin sözüne karşılık şöyle dedim:

Hakkında muhtelif rivâyetler bulunan mes’elelerde Abdullah b. El-Mübarek’in dediği gibi yaparız. Üstelik müctehidler yok olmadılar. Hatta, ihtilâflı mes’eleleri inceleyip sahîh olanı ayırdılar ve tercîh ettiler. Bu zatların tasnif ettikleri kitablar, Ebû Hanîfe’nin kavlinin alınması gerektiğine şahidlik etmiştir. Ancak, bazı mes’eleler bundan müstesnadır. Onlarda, İmâm Muhammed ve İmâm Ebû Yûsuf’un kavli ile, veya ikisinden biri Ebû Hanîfe ile aynı görüşte olsa dahi diğerinin kavli ile fetvâ vermeyi tercîh etmişlerdir. Kadıhân’ın da işaret ettiği bir takım sebeblerle İmâm Ebû Hanîfe’den rivâyet bulunmayan yerlerde, iki imâmdan birinin kavlini, hatta bunun gibi (Ebû Hanîfe’den rivâyet bulunmayan) bazı mes’elelerde bütün imâmların kavlinin mukabilindeki İmâm Züfer’in kavlini tercîh etmişlerdir.  Öyleyse onların tercîhleri ve tashîhleri bâkîdir. Bize de -aynen onların hayatta olup da tercîh ettikleri görüşle bize fetvâ vermeleri gibi- râcihe/doğruluğu ağır basan ictihâda uymak ve onunla amel etmek düşer.

Şayet, “imâmlardan gelen rivâyetlerin dışında tercîh yapılmamış bir takım kaviller hikâye ediyorlar ve tashîhlerinde de ihtilâfa düşüyorlar, (bu takdîrde ne yapmamız gerekir?)”, denilse,

(Şöyle) derim: Onlar, (Bir:)insanların halleri ve örfün değişmesini dikkate almak, (İki:)kolay ve meşakkatsiz olmak bakımından insanların haline en münâsib olanı gözetmek,1 (Üç:)teamül haline geldiği açık olanları ve (Dört:)delili kuvvetli olanları göz önünde bulundurmak gibi birtakım esaslarla amel (tercîh) etmişlerdir. Biz de onların yaptığı gibi yaparız.  Ancak bu işi öyle yaparım zannedip kendini ona zanna dayalı olarak ehil görenler değil, gerçekten bu işi yapabilecek, zayıf ile kavinin/kuvvetlinin arasını ayırabilecek olanlar yapmalıdır. Böyle insanlar İslam âleminde mutlaka bulunur. Bu işi yapamayanlar mes’ûliyyetten kurtulmak için, yapabilenlere sormalıdır. Ve’s-selâm.

* Husûsan bu zamanda hemen hemen herkes kendisinin veya başkalarının keyfine göre fetvâ vermektedir. Siyâsî sâhibi ve hâmîsi bırakılmayan dînimiz İslâmiyet âdetâ insanların oyuncağı hâline getirildi. Zirveye tırmanan cehâlet îcâbı Usûlsüzlük bir Usûl hâlini aldı. Müctehid imâmlarımız ve Tercîh sâhibi âlimlerimiz bir yana bırakılıp yeni yetme sapık câhiller fetvâ imâmları yapıldı. Aşağıda tercümesini okuyacağınız ve Fetvâ Vermenin Usûlü diyebileceğimiz yazı, Hanefî Muhaddis ve Fakihlerinin ileri gelenlerinden Kâsım b. Kutlubuğâ’nın, Muhtasaru’l-Kudûrî’de geçen farklı ictihâdlardan fetvâ için tercîh edilecek olanların hangileri olduğunu gösterdiği Tashîhu’l-Kudûrî isimli eserinin başından alınmıştır.

[1] Allame Fakih Muhaddis Hafız Müftî Ebu’l-Adl Zeynuddin Kâsım b. Kutluboğa b. Abdullah es-Sudunî el-Cemâlî el-Hanefî (V.802) yılında Kahire’de doğdu, çocukken babasını kaybederek yetim kaldı. Hayat şartları onu hafızlık yaparken terzilikle uğraşmak zorunda bıraktı. Sonra kendisinde beliren üstün zeka ve anlayışla ilimle iştigâle başlamış ve kısa zamanda ekranı arasında ulemânın dikkatini çekmiştir. İbnu’l-Hümâm (V.861), İbn-i Hacer (V.852), Ebu’l-Abbas el-Makrizî (V.845), Kâriu’l-Hidâye (V.829), el-İzz b. Abdisselâm (V.859), Tâcuddin el-Ferğanî (V.834), el-İzz b.Cema’a ve daha birçok alimden ilim almıştır. Genç yaşta tedrise başlamış olan Şemsuddin el-Mağribî, Ebu İshak el-Hâcendî, İbn-u İsmail el-Cevherî, İbnu’l-Aynî ve daha birçok talebeye ilim okutarak icazet vermiştir.

Zühd takva ve tevazuuyla iştihar eden Kutluboğa’nın ilminin ve fekâhatinin üstünlüğüne dair Abdulhayy el-Leknevî Fevâidu’l-Behiyye’de, Kevserî, Kutluboğa’nın Nasbu’r-Ra’ye kitabına istidrak olarak yazdığı “Minyetu’l-Elma’i bimâ Fâte’z-Zeyla’i” isimli eserinin mukaddimesinde ilminin ve fekâhetinin üstünlüğünden bahsederek onu överler. Burada Allame Keşmirî’ye ait Feyzu’l-Bâri’ isimli eserden bir nakille Kutluboğa’nın ilmî derecesini anlamaya çalışalım. İbnu’l-Hümâm’ın ölümü yaklaşınca insanlar ondan kendi yerine bir halife bırakmasını istemişler. O da, Allâme Kâsım b. Kutluboğa demiştir. Kudûrî’ye yazdığı et-Tashîh ve’t-Tercîh (Tashîhu’l-Kudûrî) kendisinden sonra gelen ulemâya tashih hususunda kaynak olmuştur.

Geride Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Tahriç, İlm-i Ricâl, Kelam, Tarih ve diğer ilimlere dair bir çok kıymetli eseri bırakarak (879/1474) yılında Dâru’l-Bekâ’ya intikal etmiştir. Allah rahmet etsin.

[2] Teşehhi lügatte; bir şeye aşırı istek duymaktır. Istılahta delil ve bürhanı bırakıp re’yini/görüşünü nefsinin hevasına tabi kılmaktır. (Mu’cemu lügati’l-Fukaha)

Şatibi ittibâ-i hevâyı/nefsin arzusuna uymayı açıklarken şöyle diyor: Mukallid kişinin hilâf/aksi görüş bulunan meselelerde muhayyerliği yoktur. Çünkü Müftilerden her biri kendi içtihadında doğru bulduğu delile tabi olur. Bu delil diğer müçtehidin delilinin zıddını iktiza edebilir. Şu halde her iki müçtehid birbirine zıd iki delil sahibidir. Şimdi, mukallidin bu iki delilin gereği olan hükümden birine (zaruret veya tercihi gerektirici geçerli bir başka sebeb olmadan) tâbi olması ittibâ-i hevâdır. Netice olarak müçtehid olan müftînin tercih, tevakkuf ve benzeri kaideleri gözetmesi vacib olduğu gibi mukallide de istediği görüşten birini alması yoktur. Zira bu Şer’î bir delil olmadan mezhebler arasındaki ruhsatları araştırmaktır. Bu ise Şer’an memnû’dur. Hasılı, şer’î bir gerekçe olmadan kafasına göre iki görüşten birini alması ittibâ-i hevâdır.

[3] Hanefi ve Maliki mezhebine göre köpek necesu’l-ayn değildir. Şafii ve Hanbeli mezhebine göre ise köpek necesu’l-ayndır.

[4] Müzaraa: Çıkan hâsılatı aralarında anlaştıkları oran nisbetinde bölüşmek üzere, bir taraftan arazi diğer taraftan emek yani ziraat/ekin ekmek üzere yapılan bir çeşit şirket akdi, ziraat ortaklığıdır. (Mecelle, 1431)

[5] Mu’amele yani Müsâkât: Çıkan meyveleri aralarında anlaştıkları oran nisbetinde bölüşmek üzere bir taraftan ağaçlar diğer taraftan iş yapmak yani ağaçları ve meyvelerini yetiştirmek üzere yapılan bir çeşit şirket akdi, bahçe-emek ortaklığıdır. (Mecelle, 1441 )

 

 

Cumartesi, 18 Mayıs 2013 12:11 tarihinde güncellendi
E-posta Yazdır PDF

SARIK HAKKINDA RİVAYETLER

Sonra… Bil ki; haberlerde ve eserlerde Nebîmiz Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in sarık sardığı, neredeyse ma’nen mütevâtir olacak şekilde sâbit olmuştur. Kezâ, Nebîmiz Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in sarık sarmaya teşvik ettiği de birçok hadîsle sâbit olmuştur. Bunlar, zayıf yollarla gelmiş olsalar da, tamamından, onları hasenlik hatta sahîhlik mertebesine ulaştıracak ve sarığın müstehâblığını ifâde edecek bir kuvvet hâsıl olacaktır.

 

Sarığı Teşvîk Eden Hadîslerden Bir Takımı

 

Bir: اعتموا تزدادوا حلما   (رواه الطبرانى والحاكم عن ابن عباس رضى الله عنه مرفوعا)

 

Sarık sarınız ki hilminiz artsın.\[6]

 

İki:  اعتموا خالفوا الامم قبلكم   (رواه البيهقى ن خالد ابن معدان مرسلا)

 

Sarık sarınız, sizden önceki ümmetlere muhâlefet ediniz.\[7]

 

Üç: اعتموا تزدادوا  حلما والعمائم تيجان العرب (رواه ابن عدى والبيهقى عن اسامة ابن عمير رضى اللع عنه)

 

Sarık sarınız ki, hilminiz artsın. Sarıklar, Arabların tâclarıdır.\[8]

 

Dört:   ان الله تعالى اكرم هذه الامة بالعمائم واللالوية. (رواه ابن وضاح عن خالد بن معدان مرسلا)

 

Şübhe yok ki, Allah teâlâ bu ümmete sarıklar ve sancaklarla ikrâmda bulundu.\[9]

 

Beş: لا تزال امتى عتى الفطرة ما لبسوا العمائم على القلنسوة. (واه الديلمى عن ر كانة)

 

Ümmetim takkeler üzerinde sarıkları giydiği müddetçe fıtrat (İslâm) üzere olmaya devam edeceklerdir.\[10]

 

Altı: فرق ما بيننا وبين المشركين العمائم عتى القلانس. ( رواه ابو داود و الترمذى عن ركانة)

 

Bizimle müşrikler arasındaki fark, takkeler üzerindeki sarıklardır.\[11]

 

Yedi: العمامة على القلنسوة فصل بيننا و بين المشركين يعطى المئؤمنين يوم القيامة بكل كرة يدورها على رأسه نورا.( رواه الباوردى عن ركانة)

 

Takke üzerindeki sarık bizimle müşrikler arasındaki ayırıcıdır. Mü’minlere, başlarına sardıkları her bir sarık dolamadan dolayı kıyâmet gününde bir nûr verilecektir.\[12]

 

Başka bir rivâyette,  ومن اعتم فله بكل كورة حسنة فاذا حط فله بكل حطةٍ حطُ خطيئة.

 

Kim sarık sararsa her sardığı sarım için ona bir sevâb verilir. Onu çözerken de onun için her bir çözüşte bir günâhın silinmesi vardır.

 

Bu hadîsin şiddetli zayıflığı olmasaydı sarıkların büyütülmesi için bir hüccet olacaktı.

 

Sekiz: ركعتان بعمامة خير من سبعين ركعة بلا عمامة. (روا الديلمى فى مسند الفردوس عن جابر رضى الله عنه)

 

Sarıkla kılınan iki rek’at, sarıksız kılınan yetmiş rek’attan daha hayırlıdır.\[13]

 

Dokuz: صلوة تطوع او فريضة بعمامة تعدل خمسا و عشرين صلوة بلا عمامة و جمعة بعمامة تعدل  سبعين  جمعة بلا عمامة. (رواه ابن عساكر رضى الله عنهما)

 

Sarıkla kılınan bir nâfile yâhud farz namaz, sarıksız kılınan yirmibeş namaza denktir. Sarıkla kılınan bir Cum’a namazı, sarıksız kılınan yetmiş cumaya muâdildir/denktir..\[14]

 

On: ان الله ومليئكته يستغفر للابس العمائم يوم الجمعة. (كذا رواه بعضهم)

 

Hiç şüphesiz ki Allah ve melekleri Cum’a günü sarık takanlar için istiğfar eder.\[15]

 

On bir: ان الله تعالى و مليئكته يصلون على اصحاب العمائم يوم الجمعة.       (كذا رواه بعضهم)

 

Hiç şüphesiz ki, Allah ve melekleri Cum’a günü sarıklı olanlara salât ederler.\[16]

 

On iki: العمائم وقار المؤمن وعز للعرب فاذا وضعت العرب عمائمهم وضعت عزها. (ديلمى عمران ابن الحصين رضى الله عنه)

 

Sarıklar mü’minin vekârı, ‘Arab’ın ‘izzetidir. ‘Arablar sarıklarını çıkarınca ‘izzetlerini atmış olurlar.\[17]

 

Onüç: العمائم تيجان العرب…(رواه القضاعى والديلمى عن عتى المرتضى رضى الله عنه)

 

Sarıklar Arabların tâclarıdır….\[18]

 

Ondört: العمائم تيجان المسلمين (رواه ابن عدى عن عتى رضى الله عنه)

 

Sarıklar Müslümanların tâclarıdır.\[19]

 

On Beş: (Nebîmiz Efendimiz) sallallâhu aleyhi ve sellem, harbte beyaza mâil kulaklı yemâni takkeler giyerdi. Bazen takkesini çıkarır ve önünde sütre yapardı.\[20]

 

“Yehûdîlere muhalefet ediniz, bu yüzden sarık sarmayınız, zîrâ sarıkların muhkem bağlanması Ehl-i Kitâb’ın kıyâfetindendir” ve “Sağır olan sarıktan Allah’a sığınırım” sözlerine gelince… Hafız Süyûtî bu iki rivâyetin aslının olmadığını söylemiştir.

Cumartesi, 18 Mayıs 2013 12:08 tarihinde güncellendi
E-posta Yazdır PDF

KUR'ANA ABDESTSİZ DOKUNMAK

KUR’ANA ABDESTSİZ DOKUNMAK

Reformcu yeni müçtehidlerin noksan sözlerinden biri de, abdestsiz olarak Kur’ana dokunmaya cevaz vermeleridir.

“Ona ancak temiz olanlar dokunabilir.” Vakıa suresinin bu ayetinde, Levhi Mahfuz’un bahsi geçti-ğini söylerler, Kur’anın değil. Böylece Levhi mahfuz’a ulaşmak ancak temiz kimseler, yani meleklerin işidir. Kur’ana dokunmak hakkında bu ayette yasaklama yoktur, derler. (M.İslamoğlu ve benzerleri)

Bunlara iki şekilde cevab veririz:

1- Beyler! Evvela bu meselenin delili olarak sade-ce bu ayeti kerime yok ki, nice hadisi şeriflerle konu açıklanmışken, siz neden bu ayetin ihtimalli mana-sını zikrederek kafaları karıştırıyorsunuz?

İbni Ömer dedi: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kur’ana ancak temiz iken dokun” (Lübab: 18/437)

Ulema, İmamı Malik’in r.a. Muvatta’sında zikrettiği şu rivayetle delil getirdiler. Resulullah sallallahu aley-hi ve sellem’in Amr ibni Hazm’e yazdığı yazısında:

“Kur’ana ancak temiz olanlar dokunsun” şek-lindedir. (Ayetu-l Ahkam: 1/549)

Cumhur fukaha yani Hanefi, Şafii, Maliki fukahası, ayrıca ashabın pek çoğu, evlatlarını Kur’ana dokun-mak için abdest almalarıyla emrederlerdi. Bu husus-ta Hazreti Ömer’in r.a. müslüman olurken zikredilen kıssası yeterlidir. Önce temizlendi, sonra Kur’an yazı lı sahifeleri eline verdiler de okuyup müslüman oldu.

İmam Serahsi’nin Mebsut’unda şu ibare vardır:

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı kabile-lere yazdı:

“Kur’ana hayızlı ve cünüb dokunmasın”

Hüküm bakımından, abdestsiz olan, cünüp olan, hayız ve nifas olan kadınlar aynıdır.

2- Tefsirlerin verdiği mana:

Vakıa suresinin 79. ayeti: “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”

Ayetin manasında diğer bazı alimler şöyle dedi: Yani: Cünüplükten ve hadesten temiz olanlar. Ayetin lafzı haber verme üzeredir, ama manası taleb (yasaklama) dır. Burda Kur’andan murad, Mushaf’tır. (İbni Kesir: 7/545)

Bağavi Tefsiri’de aynı şekilde hadesten ve cünüp-lükten temiz olanların ancak Kur’ana dokunabileceği manasını verdi. (Bağavi: 8/23)

Kur’ana ancak, Allahu teala’nın her türlü âfet ve günahtan tertemiz kıldığı keremli melekler doku-nabilir. Aynı şekilde Kur’ana, şirkten, cünüplükten ve hadesten temiz olanlar dokunabilir. (Tefsiri Müyesser 15/10)

“Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”

Hadeslerden ve necasetlerden temiz olanlar.  (Cami-ul Ahkam-ul Kur’an 17/226)

Salim ibni Abdillah ibni Ömer, babasından riva-yetle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’ana ancak temiz olduğun halde dokun”

Hem de bunun üzerine ashabın icması vardır.

Ali’ye r.a. soruldu: Abdestsiz olan, Mushafa doku-nur mu?

- Hayır, dedi.

Rivayet edildiki Mus’ab ibni Sa’d ibni ebi Vakkas, Mushaf’tan okurdu. Elini avret yerine sokup kaşıdı. Babası (Ebi Vakkas r.a) elinden Mushafı aldı ve dedi:

“Kalk abdest al, sonra Mushafı tut.”

Bunlara ashabtan muhalif olan bulunmadı.

Ata’ derki: “Mushafın yapraklarını ancak abdest-li olan çevirir.”

Abdestsiz Kur’ana dokunulmasına cevaz verenler, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in Kisraya yaz-dığı mektubu delil getirirler. Orda şöyle yazılıdır:

“Bismilahirrahmanirrahim. Deki ey ehli kitab, bizimle sizin aramızda ortak olan kelimeye gelin…”

Buna cevab olarak alimlerimiz derki: Zaruret oldu-ğu zaman, veya bir özür buna sevkettiği zaman caiz olur. Yani tebliğ edilmesinde başka çare yoktur. (Tefsiri Sa’lebi: 1/2224)

Ayrıca şöyle diyebiliriz: Mektubu götüren, Efen-dimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in elçisidir, onlara kendisi okumuştur.

Meseleyi toparlarsak:

Vakıa suresinin 79. ayeti Kur’ana dokunma meselesini mutlak zikretmiştir. Müfessirler buna iki türlü mana vermişlerdir.

1-Meleklerin Levhi Mahfuza dokunması, ordan alıp getirmesi.

2- Mü’minlerin abdestli, temiz olarak Kur’ana dokunması.

Bu iki mana da mevcut olmakla birlikte, zikrettiği-miz ve daha yüzlerce mevcut olan hadisi şerifler, fıkhi rivayetler ışığı altında, mezheblerin hükümleri ortaya çıkmıştır.

Bu meselede söz sahibi imamları gözardı edip, milleti saptırmak isyeten yenilikçi bid’at ehli kim-seler, sanki bu konu yeni ortaya çıkmış ta, mez-heblerin bundan haberi yok ve milleti zora sokuyor larmış gibi bir hava oluşturarak milleti bir yanlıştan kurtarıyorlar pozuna girmişler.

Önce kendileri sahih bir itikad ve salih amel işle-sinler de, sonra milletin abdest ve namazı hakkında konuşsunlar. Eski köye yeni adet uygun olmaz. Takva sahibi bütün müçtehiler ve mezheb imamları Kur’ana layık edeble tazim edilmesini, abdestli olarak dokunulmasını emretmişlerdir.

Diğer dini kitablar da aynı şekilde abdestli olmak lazımdır diyenler ekserdir. Hatta İmam Kerhi r.a., Hanefi Fukahasından büyük bir zattır. Bir gece kitab okurken ishal olmuş, 18 kere abdest aldığı ve kitaba abdestsiz dokunmadığı rivayet edilmiştir.

Şimdiki beyinsizlerin buna göre irabtan mahalli varmı? Onların evinde musluk yoktu, sıcak soğuk kombi yoktu, ama yine de üşenmeden abdest aldılar ve şu sayısız eserleri elle yazarak dini bize ulaş-tırdılar. Şimdi kendinin alim olduğunu iddia eden başı açık aklı kaçık, tüccar tipli milimetrik sakallı, avrupa kıyafetli hayasız kişiler, eskilerin işlerini tenkit ediyorlar, dillerine dolayıp geveliyorlar.

Burda şu önemli haberi zikredelim de, ne halde olduğumuzu anlayalım:

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem haber verdi:

“….Bu ümmetin sonu, evveline lanet ederse…  Bu sayılanlar olunca, kızıl rüzgarları (alev rüzgar-ları), zelzeleler, yere batmaklar veya şekillerin değiştirilmesi ve üzerlerine taş yağdırılmasını bekleyin.”

Cumartesi, 18 Mayıs 2013 11:53 tarihinde güncellendi
E-posta Yazdır PDF

HAVVA ANNEMİZİN YARATILMASI

Yeni bir açıklamayla karşı karşıyayız. Aşağıda açıklamayı okuyacaksınız, sonra bizim açıklamamızı...
Kaburga yorumu Tevrat'tan
Diyanet İşleri Başkanlığı Dini Yayınlar Kurulu Başkanı Prof. Dr. Saim Yeprem, bildirgede yer alan 'kadına yönelik mitoloji ve hurafelerin İslam'da yeri olmadığı' maddesine açıklık getirdi. AKŞAM'ın sorularını yanıtlayan Yeprem, 'Kadının Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı' inanışının Tevrat'ta var olduğunu ancak Kur'an'da olmadığını bildirdi. Kur'an'a göre kadınla erkek ayrı ayrı olarak değil, eşzamanlı olarak tek bir 'öz'den yaratıldığını vurgulayan Yeprem, 'Ama halk arasında Kur'an'da söylenen değil, Tevrat'ta yeralan kaburga kemiği inanışı daha yaygın. Biz, Kur'an diliyle konuşuyoruz' diye konuştu.
 
Evvela konuyla alakalı Nisa suresinin ilk ayetini yazalım:

سورة النساء
ألآية 1 : يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيراً وَنِسَاء

Manası: Ey iman edenler, sizi bir tek nenisten yaratan Rabbinizden korkun -sakının-, ondan da zevcesini yarattı, her ikisinden bir çok erkek ve kadını çoğaltıp türetti....
evzaul beyan isimli tefsirde:
أضواء البيان - (5 / 322)
ثم لما خلقه من طين خلق منه زوجه حواء، كما قال في أول النساء {يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا} [النساء: 1] وقال في الأعراف {وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا} [الأعراف: 189] وقال في الزمر: {ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا} [الزمر: 6] كما تقدم إيضاح ذلك كله، ثم لما خلق الرجل والمرأة، كان وجود جنس الإنسان منهما عن طريق التناسل، فأول أطواره: النطفة، ثم العلقة.
Tercümesi: Sonra Allahu teala Âdemi topraktan yaratınca, ondan da zevcesi Havayı yarattı. Nisa suresinin ilk ayeti bunu ifade eder. A'raf suresinde 189  -ondan zevcesini yarattı- der.  Zümer suresi 6 da: Sonra ondan zevcesini yarattı- der.  bundan sonra erkek ve kadını yaratınca, insan cinsinin mevcudiyyeti artık bu ikisinden nesil yoluyla meydana geldi. ilk tavrı nutfe (meni) dir, sonra alaka (donuk bir kan pıhtısı) şeklinde olur....
bu açıklamalarla kesdin anlaşılan Havva annemizin Âdem babamızdan yaratıldığıdır. Kaburga kemiğinden yaratılması hakkındaki rivayetler, Tevrat kaynaklarına uygun oluyorsa bu bize zarar vermez, zira hak bilgi herkesin ortak malıdır, tevrat veya Zebur da olması ilmi hakikati zedelemez, bilakis daha fazlasıyla işin kesin olduğu ortaya çıkar. Zaten bir çok yerde Efendimiz aleyhisselam ehli kitabı hakkı kabule davet edince gelmediler, o zaman kitaplarınızı getirin ve okuyun bakalım işin aslı neymiş, denildi yine kaçtılar, zira kitaplarında da aynısı vardı.
şimdi kalkıp bir din görevlisinin tevratta öyle imiş diyerek güya ilimle konuşması nereye sığacak... Tevrat ve İncil ve bütün sahifeler Allahın birliğini söylemiyormu, Perygamberin hak olduğunu ahıretin varlığını muhasebenin olduğunu söylemiyormu?  Evet!  Onları da mı inkar edecekler! Hâşâ....
Yarım hoca dinden eder denmiş, boşuna değil.... 
Teshil isimli tefsirde Havva annemizin Âdem'in a.s. kaburga kemiğinden yaratıldığı açıklanmış.
التسهيل لعلوم التنزيل لابن جزى - (2 / 461)
خلقكم من نفس واحدة  يعني آدم عليه السلام  ثم جعل منها زوجها  يعني حواء خلقها من ضلع آدم
Dürrül mensur da zikredilen hadisi şerifte de bu konu açıklanmış.  Dahhak'tan gelen rivayette: Havva'nın, Âdem'in a.s.  arka kaburga kemiğinden yaratıldığı zikredilmiştir.
الدر المنثور - (2 / 423)
وأخرج ابن أبي حاتم عن الضحاك خلق منها زرجها قال : خلق حواء من آدم من ضلع الخلف وهو أسفل الأضلاع
Salı, 07 Ağustos 2012 15:16 tarihinde güncellendi
E-posta Yazdır PDF

DELİLLER..... MECELLEDEN

DELİL İSTEYENLERE MECELLENİN KAİDELERİNİ HATIRLATMAKTA FAYDA VAR...

28. MADDE:


اِذَا تَعَارَضَ مَفْسَدَتَانِ  رُوعِىَ اَعْظَمُهُمَا ضَّرَرًا  بِارْتِكَابِ   اَخَفِّهِمَا

İki fesat tearuz edince (çakışınca), hafif olanı işlenmekle zarar bakımından büyüğüne riayet (dikkat) edilir.
Zaruretler, yasak olan şeyleri mubah etmektedir. Bir takım zararlı şeyler bulunsa, gerekli olan zararlı bir şey olsa, burada hafif ve düşük zararlı olan ihtiyar edilir. Fakat zararların hepsi eşit ise, tayin olmaksızın biri işlenilir.
Misal: Bir kimse gemiye binse, gemide yangın çıksa, kişi orada kalıp yanmak veya denize atlayıp boğulmak arasında muhayyerdir, yani her iki halde intihar etmiş ve günah kazanmış değildir.
Eğer gemide su alma tehlikesi olsa, eşyanın bazısı denize atılmakla gemi kurtulacaksa, bazı eşyalar denize atılır.

29. MADDE:


يُخْتَارُ اَهْوَنُ الشَّرَّيْنِ

İki şerrin en hafifi tercih edilir.
İki şerden birini işlemeye mecbur kalan kişi ehven olanını tercih eder, zira onunla zaruret def olunur.
Bu kaide evvelki (28.) kaide ile aynı hususları ihtiva eder.

30. MADDE:


دَرْءُ الْمَفَاسِدِ اَوْلَى مِنْ جَلْبِ الْمَنَافِعِ

Fesadı def etmek, menfaati celb etmekten daha evladır.
Fesad ile maslahat çakışsa, fesadı def etmek tercih edilir. Bir işe başlamakla bir takım menfaatler hasıl eden kişi, başka bir taraftan diğer kimselere gelecek zararlara sebeb olursa, yapacağı işine mani olunur. Zira şeriatın yasaklara gösterdiği itina, emirlere gösterdiğinden daha fazladır.

Çarşamba, 22 Haziran 2011 21:18 tarihinde güncellendi

Sayfa 1 - 12

  • «
  •  Başlangıç 
  •  Önceki 
  •  1 
  •  2 
  •  3 
  •  4 
  •  5 
  •  6 
  •  7 
  •  8 
  •  9 
  •  10 
  •  Sonraki 
  •  Son 
  • »

Yasal uyarı : Sitedeki sohbet, yazı ve resimler; üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan ve kaynak göstererek alınabilir.
Üzerinde değişiklik yapılması, ticari amaçla kullanılması hukûken yasaktır.