.

.

Mektubattan

E-posta Yazdır PDF

Tarikat - Allaha Giden Hususi Yol- 4. Bölüm

 

NAMAZIN ÖNEMİ

       Farzlar her ne kadar hepsi yakınlık getirici olsa da en faziletlisi ve en mükemmeli namazdır.

Belki sen ‘muhakkak namaz müminleri miracıdır’

‘Kulun rabbisine en yakın olduğu an namazdadır’ hadisi şerifle-rini işittin. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) için olan  hususi vakit; ondan şu sözüyle tabir etti: ‘Benim Allah ile birlikte vaktim var’ o vakit fakire göre namazdadır. Namaz, kötülükleri yok edicidir. Kötülükleri ve çirkinlileri nehy eden namaz dır. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinde rahatı taleb ettiği namazdır. Çünkü şöye derdi:

‘Ey bilal beni rahatlandır.’

Namaz dinin direğidir. İslam ile küfür arasını ayıran namazdır.

ALEMİ HALKIN ÜSTÜNLÜĞÜ

       Sözün aslına dönelim, alemi halkın alemi emir üzerine olan üstünlüğünden bahsedelim:

       Bilki alemi emir burada yani dünya hayatında bol nasine kavuştu, ve müşahade hasıl elde etti. Yarın cennette muamele alemi halk üzere vaki olacak, onun için keyfiyeti olmaksızın ru’yet hasıl olacak. Bununla beraber müşahadenin alakalandığı, vucub zıllerinden bir zıldir. Ahirette görülen Vacibul Vucuddur.[1] Müşahade ile ru’yet arasındaki fark zılliyet ile asalet arasındaki fark, alemi hakl ile alemi emir arasındaki fark gibidir.

       Bilki müşahade velayetin meyvesidir, ru’yet nübüvve-tin meyvesidir. Peygamberlerin (onlar üzerine salat ve selam olsun) umumi tâbileri için hasıl olur. Aynı şeklide velayet ve nübüvvet arasındski farklılık buradan anlaşılır.

       Tenbih: her arifki onun münasebeti alemi emre daha fazladır, onun adımı velayet kemalatlarında daha ziyadedir. Alemi halka münasebeti çok olan arifin adı mı nübüvvet kemalatında dah boldur. Bundan dolayı İsa (aleyhisselam) için velayette daha fazla adım oldu, Musa (aleyhisselam) için nübüvvette daha fazla adım oldu. Zira emir tarafı İsa aleyhisselamda galibdir. Bunun için ruhanilere katıldı. Halk tarafı Musa aleyhisselamda galib oldu, bu yüzden müşahade ile yetinmedi bilakis göz görmesini taleb etti.[2] İşte bu, nübüvvet kemalatında peygamberlerin adımlarının farklı olmasının sebebidir. (bunun açıklamasını geride vaad etmiştim). Velayet kemalatlarındaki farklılıkta itibar edilen bazı latifelerinin üste veya altta olması (peygamberlerin derecelerinin farklı olmasın da ölçü) değildir. Doğruyu ilham eden Allahu subhanehudur.

       Ey evlat! Şeriat ve ahkam olan nübüvvet ilimleri nin beden ile alakası daha fazla olunca, üzerlerine salat ve selam olsun peygamberlerin alemi halk ile münasebeti daha fazla ve çokca olunca, bundan dolayı nübüvvet velayetle alakalı kurbiyet makamlarına yükseldikten sonra halkı davet için inişten ibaret olduğunu zan ettiler, yükselişin nihayeti ve kurbiyetin neticesinin şu makama olduğunu bilmediler. Daha evvel hasıl olan yakınlık uzaklık suretinde tasavvur edilen şu yakınlı ğın zıllerinden bir zıl idi.

 Daha evvel hasıl olan yük seliş zahirde iniş gibi görünen şu yükselişin akislerinden bir akis idi. Bakmazmısın! dairenin merkezi, dairenin çevresine nisbetle en uzak noktadır. Halbuki hakikatte merkez noktasından çevreye daha yakın nokta bulunmadı. Zira çevre icmali olan şu noktanın tafsilidir. Şu nisbet diğer noktalar için hasıl olmadı. Bakışları suret üzere aid olan avam şu yakınlığı bulma ya, onu idrak etmeye kadir olamaz. Bu yüzden şu noktanın uzak olduğu ile hükm ettiler, onun yakınlığı ile hükmetmeyi cehli mürekkeb zan ettiler. Bu hükümle hükmedeni ahmaklığa nisbet ettiler, ve onu cahil kabul ettiler.

‘Allahu Teala, onların vasıfladıkları şeylerden uzaktır’.

MUTMEİNNE NEFİS

       Bilinmesi gerekir ki nefsi mutmainne, velayeti kübra kemalatlarının levazımından olan göğsün açılması hasıl olduktan sonra, makamından yükselip göğsün tahtına çıkar. Orada onun için tenkim ve saltanat hasıl olur. Kalb memleketleri üzerini istila eder. 

Göğsün tahtı, hakikatte velayeti kübra mertebesinde yükseliş makamlarının tamamının üstündedir. Şu tahta doğru yükselenin nazarı, batınların en batınına doğru nüfuz eder, gayıbların gaybına doğru sirayet eder. Evet! Bir şahıs mekanların en yükseğine çıkınca onun bakışı uzakların en uzağına ulaşır.

       Şu mutmeinne, temkin bulduktan sonra aynı şekil de akıl makamın-dan çıkar ve ona katılır ve ona eklenir. O vakitte onun için aklı mead ismi gelir. Her ikisi ittifakla belki birleşerek meşguliyetlerine (zikir ve fikir) yöne-lirler.

       Ey evlat! Şu mutmeinne de muhalefet imkanı, azgınlık mecali kalmaz, belki o tamamıyla matluba yönelicidir, tamamıyetiyle maksuduna vurgundur. Onun rızasını elde etmekten başka himmeti yoktur. Allahu Teâlâya ibadetten ve taatten başka onun için matlub yoktur. Sübhanellah!.

       Evvela bütün mahlukatın en şerlisi olan nefsi emmare itmi’nan, ve Hazreti Rahman’ın rızasının husulünden sonra alemi emir latifelerinin reisi oldu, bütün akranların başı oldu. Evet! Muhakkak sadık haberci (Peygamber aleyhisselam) buyurdu:

‘Cahiliyetteki en hayırlınız, fâkih olduğu vakitte islamda en hayırlınızdır’.

       Bundan sonra eğer azgınlığın ve ihtilafın sureti meyda-na gelse, onun kaynağı kalıp cüzleri olan dört unsurun tabiatlarının ihtilafıdır. Eğer gazab kuvveti ise oradan kaynaklanıcıdır. Eğer şehvet ise aynı şekilde oradan meydana çıkıcıdır. Eğer hırs ve aç gözlülük ise orada bulunurlar. Eğer hasislik ve düşüklük ise orada ortaya çıkıcıdırlar.[3]

Diğer hayvanlara bakmazmısın; onlarda şu nefsi emmare bulunmamakla beraber şu alçak vasıflar mükemmel ve tam bir şekilde onlarda mevcuttur. (Demek ki bunlar nefisten değildir.)

CİHAD-I EKBER

       Cihadı ekberden murad, kalıb ile cihad olması müm-kündür. Denildiği gibi nefis ile olan cihad değil. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

‘Ufak cihaddan büyük cihada döndük.’ Çünkü nefis itmi’nan dere-cesine ulaştı. Razı olucu ve razı olunmuş oldu. Ondan azgınlık ve muhalefetin sureti tasavvur olunmaz ki cihada ihtiyaç duyulsun. Kalıp cüzlerinden olan azgınlık ve ihtilafın sureti evlayı terk etmeyi istemekten, ruhsat verilmiş işleri işlemek-ten, azimeti terk etmekten ibarettir. Haramı işlemeyi irad etmek, farzları ve vacibleri terk etmeyi irad etmek değildir. Zira şu şeyler mutmeinne hakkında düşmanların nasibi oldu. [4]

       Ey evlat! Geride geçtiği gibi dört unsurun kemalatları her ne kadar mutmeinnenin kemalatlarından üste olduysa da fakat bunların velayet makamıyla münase beti vasıtasıyla ve alemi emre katılmasının olması vasıtasıyla sekir sahibi oldu, ve istiğrak makamında bulundu. Şüphesiz nefiste muhalefet imkanı kalmaz.

       Unsurların nübüvvet makamıyla münasebeti daha çok olunca onda ayıklık galib oldu. Bu zaruretten dolayı bazı menfaatleri ve ona bağlı bir takım faideleri elde etmek için onlarda muhalefetin sureti kaldı. İyi anla!.[5]

       Bilinmesi gerekirki nübüvvet makamı son pey gamber (onun ve alinin üzerine salat ve selam olsun) ile mühürlen-miş oldu. Fakat Sallallahu aleyhi ve sellemin tabileri için, şu makam kemalatlarından tebaiyyetle kamil nasib vardır. Şu kemalatlar ashabı kiram tabakasında diğerlerinkinden faha fazla idi. Şu nimet az şekilde tabiine ve tebei tabiine geçti. Onlardan son ra gizlenmeye ve örtünmeye başladı. Zıl olan velayet kemalatları açıldı galib oldu ve yaygın oldu. Fakat umulan bin sene geçtikten sonra şu örtünmüş devletin yenilenmesi ve onun için üstünlük ve yayılmanın hasıl olmasıdır. Ve asli kemalatların zahir olup zılli olanların örtünmesidir. Allahın rızası üzerine olan Mehdi’nin şu yüksek nisbeti revaçlandırması da umulur.



[1] Dünyada kalbin müşahede ettiği yani görür gibi olduğu şey Mevla Teala zıllerinden bir zıldir, bir çeşit tecellidir. Ahırette ise gözle görülen Mevla Tealanın kendisidir.

[2] ‘Ey Rabbim! Kendini bana göster sana bakayım’ dedi.

[3] Bedenin istekleri normal ölçüde uykusu, gıdası ve istiratı zaruridir. Bundan fazla olarak haddi aşması azgınlığı aç gözlülüğü tabiatında olan huylarıdır. Mutmainne olan nefis bu huylardan arındığı için ondan muhalefet ve itiraz ortaya çıkmaz.

[4] Nefis mutmeinne olunca ondaki muhalefet ancak en faziletli olanı terk edip biraz daha az faziletli olanın alması  şeklinde olur. Yoksa emirlere muhalefeti mümkün değildir.

[5] Sureta muhalefet olunca ona karşı yapılan cihad ile kişinin derecesi artar. Mevlaya yakınlığı fazlalaşır.

E-posta Yazdır PDF

Tarikat - Allaha Giden Hususi Yol- 3. Bölüm

       Bilinmesi lazım olan şeydendir ki, geride zikri geçen şu yükseliş, istidâdı tam olan Muhammedi meşrebe mahsustur, onun için alemi emirde küçüğü olsun büyüğü olsun beş cevherin kemalatından olgun bir nasib vardır. Aynı şekilde onun için şu beş şeyin asıllarından bol nasib vardır. Yani vacib Teala’nın isimlerinin zıllerinden. Aynı şekilde o zıllerin asılların-dan da nasibi vardır. İsim ve sıfatların makamını kast ediyorum. 

       İstidadı tam olan dedim; zira çok kere zahirde Muhammedi meşreb olur ve onun için alemi emrin mertebelerinin nihayeti olan ehfa kemalatından nasib olur, fakat ehfa muamelesini tamamlayamaz ve son noktaya ulaşamaz, belki başında veya ortasında kalır. Ehfada onun için kusur olunca aynı şekilde onun asıllarında da o miktarca onun için noksanlık olur. Muamelesinin tamamlamaya imkan bulamaz. Alemi emirden olan geri kalan dört latifenin de hükmü aynı şekildedir. Şöyleki her mertebe de tam istidat, o mertebeden olan son noktaya ulaşmaya bağlanmıştır. Başta veya ortada durmak noksandan haber verir. İsterse nihayete ulaşmakta olan bu noksanlık kıl miktarda olsun.

       Şiir:

       Herne kadar az olsa da sevgililinin ayrılığı az değildir, yarım kıl gözde zarar vericidir.

       Şu noksanlık asıllara ve asılların asıllarına sirayet eder. Ve matlaba (Mevla’ya)ulaşmaktan mani olucu olur. Şu yükseliş Muhammedi meşreb olana mahsus demiştim, çünkü Muhammedi meşreb olmayanın kemali velayet derece-lerinden ilk derece üzere ait kalır. Evvelki derceden murad kalb mertebesidir. Onlardan bazısının kemali velayet derecelerinden ikincisi olan ruh makamına ait kalır. Onlardan bazısının kemalinin nihayet yükselişi üçüncü dereceye olur yani sır makamına. Onlardan bazısının kemalinin nihayet yükselişi dördüncü dereceye kadar olur. Hafi makamını kast ediyorum.

       Evvelki derece için fiil sıfatlarının tecellisi ile münasebet vardır. İkinci derce için sıfatı sübütiyyenin tecellisi ile münasebet vardır. Üçüncü dere-ce için zati şanlar ve itibarların tecellisi ile münasebet vardır, dördüncü derece için takdis ve tenzih makamı ile münasebet vardır.

       Velayet derecelerinden olan her bir derece, ulul azim olan peygam-berlerden bir peygamberin adımı altındadır. Bu derecelerden evvelkisi Adem aleyhisselamın adımı altındadır. Peygamberimiz ve onun üzerine salat ve selam olsun. Onun Rabbi, fiillerin sudur menşe-i olan tekvin sıfatı dır. İkinci derece İbrahim Aleyhisselamın adımı altındadır, bu makamda ona Nuh aleyhisselam ortak olur. Her ikisinin rabbi zati sıfatları cem eden ilim sıfatıdır.

Üçüncü derece Musa Aleyhisselamın adımı altındadır onun rabbisi şuunat makamlarından kelam şe’nidir. Dördüncü derece İsa aleyhis-selamın adımı altındadır. Onun Rabbi sıfatı selbiyedendir, sıfatı sübütiyeden değil. Çünkü onlar (selbiye sıfatları) takdis ve tenzih makamıdır. Mela -i-keyi kiramın ekserisi şu makamda, İsa aleyhisselama ortaktır. (Peygam-berimizin ve onların üzerine salat ve selam olsun) Büyük şan, onlar için şu makamda hasıldır.

       Beşinci derece peygamberlerin sonuncusu Muhammed Aleyhisse-lamın adımım altındadır, onun ve diğerlerinin üzerine salt ve selam olsun. Onu rabbi bütün tenzih, takdis, şuunat ve sıfatları cem edici olan rablerin Rabbisidir, şu kemalatların dairesinin merkezidir. Sıfat ve şanlar mertebe-sinde şu toplayıcı olan şandan, ilim şanı diye tabir etmek münasibdir. Çünkü şu şan, bütün kemaltları cem eden büyük bir şan olduğu için. Şu münasebet sebebiyle peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem’in dini, İbrahim aleyhis-selamın dini oldu ve kıblesi onun kıblesi oldu.

       Bilinmesi lazım gelirki, velayette adımların üstün olması, derecelerin öne almak ve geri bırakmak itibarı ile değildir ki, ehfa sahibi diğerinden üstün olsun. Diğerleri de bu kaide üzeredir. Belki asla olan yakınlık veya uzaklık itibarı iledir ve zılal derecelerinin menzillerini çokluk ve azlık bakı-mından dürmek itibarıyladır.[1]

Buna binaen, asla olan yakınlığı itibarı ile kalb sahibinin, kendisi için asla (Mevla’ya) yakınlığı hasıl olmayan ehfa sahibinden daha faziletli olması caizdir. Nasıl olmasın ki valeyet derecelerinden en son derece de olan peygamber, velayeti en üst derecede olan velinin velayetinden kesin-likle efdaldir (çünkü peygamber, Mevla’ya daha yakındır)

       Gizli kalmasın ki zikredilen sıra üzere latifelerin seyri sülükü, –kalbten ruha-ruhtan sırra-sırdan hafiye-hafiden ehfaya olan intikali kast ediyorum- aynı şekilde Muhammedi meşreb olana mahsustur. Zira o, alemi emirden olan şu beş latifenin seyrini tertib ile tamamlar, sonra bunların asıllarında seyreder ve seyri sülükünü bu sırayı gözeterek asılların asılların da seyir den sonra tamamlar. Zikr edilen şu sıra üzere olan bu yol, Mevla’ya ulaş-mak için sultani yoldur, Zati Ehadiyyet’e yönelenler için sıratı müstekîm dir.[2] Diğer velayatler bunun hilafınadır.

       O derecelerde, matluba ulaşana kadar her bir dereceden diğerine bir gedik açıldı. Mesela kalb makamından onun aslının aslı olan fiil sıfatlarına ulaşana kadar bir gedik açıldı. Aynı şekilde ruh maka mından zati sıfatlara kadar bir gedik açıldı ve bu kıyas üzere…(Diğerlerinde durum aynıdır)

       Şüphe yokki Allahu Teala’nın fiilleri ve sıfatları yüce Zatı’ndan ayrılmış değildir. Eğer ayrılık varsa o zıllerdedir. Bu makamda sıfatlara ve fiillere vasıl olucular için misalden münezzeh olan yüce ve mukad des zatın tecellilerinden nasib vardır. Nasılki bu devlet işini tamamladıktan sonra ehfa sahibi için hasıl olduğu gibi. Her ne kadar yükseklik ve aşağılık itibarı ile farklılık baki kalsada  kalb sahibinin ehfa sahibi ile eşitliği iddia etmesinin vechi yoktur.

       Şu makamda hata yapmayasın. Bilki şu farklılıklar ancak veliler arasında tasavvur olunur. Zira kalb velayeti sahibi, her ikisi kemal mertebesine ulaştıktan sonra ehfa velayetinden daha düşüktür. İmdi peygamberler ile veliler arasında bu farklılık düşünülemez zira peygamberin velayeti kalb makamından ortaya çıksa da velinin velayetinden -ehfa makamından ortaya çıksa da- efdaldir. Bu kişi işi tamamlayanlardan olsa bile. Bunun sırrı şudur ki, velayet sahibi daima o velayetin peygamberinin adımı altındadır. Hangi velayet olursa olsun. Allahu Teala şöyle buyurdu:

‘Muhakkak gönderilen kullarımız için sözümüz geçti ki onlar elbette yardım olunmuşladır, elbette bizim ordularımız –onlar- galiblerdir’ [3]

       Evet! Muhakkak şu farklılık peygamberlerin bazısı ile diğer bazısı arasında tasavvur olunur. Bunlardan üst makam sahibi alt makam sahibin den efdaldir. Fakat şu farklılık aynı şekilde paygamberler arasında alemi emir kemalatları dairelerinin sonuna kadardır. Bundan sonra üstünlük üste ve altta olmaya bağlı değildir. Belki bu makamda, alt makam sahibi-nin üst makam sahibinden faziletli olması mümkündür. Musa ve isa aleyhisselam arasında şu makamdaki farklılığı müşahede ettiğimiz gibi. (Peygamberimiz ve o ikisinin üzerine salat ve selam olsun) Zira Musa, o makamda cesim ve büyük şan sahibidir, şu şan ve cesamet o makamda İsa için yoktur. Netice olarak bildik ki şu makamdaki farklılık üst ve atta olamanın ötesinde başka bir iştir. İnşallah Allahın güzel yardımı, mükem mel ihsanı ve yüce ikramı ile bundan sonra onu tafsilatlı şekilde beyan edeceğim.

       Halilurrahman ile son Peygamberden başka diğer peygamberler arasındaki melekiyyet ve beşeriyyetin hakikatlerinin tamamının üstünde olan Kabe-i rabbaniyenin hakikatı ile alakası olan kemalatlardaki  farklılığı da aynı şekilde bulduk. Hepsinin üzerine salat ve selam olsun.

       Muhakkak ki Halil için o makamda büyük bir şan ve yüksek bir merte-be vardır ki, hiçbir kimse için o şan ve mertebe hasıl olmamıştır. Kibriya ve azamet parıltılarının zuhur makamı için uygun olan şu yüksek makam-da, icmal makamı olan şu makamın merkezinin kemalatları, Hatemir Rusulün nasibidir, geri kalan tafsilatın tamamı, Halile bırakılmıştır. Peygamberlerden ondan başkası ve velilerin kamillerinin her biri şu makamda Halil’in tabileridir.

       Sanki peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem şu icmalin tafsilini taleb etti. Şöyleki İbrahim’in salat ve bereketine benzeyen salat ve bereketi istedi. (Peygamberi mizin ve onun üzerine salat ve selam olsun)

       Muhakak bu fakir için zahir oldu ki şu tafsil kendisi için bin sene geçtikten sonra hasıl oldu. İsteğine icabet olundu. Bunun üzerine ve diğer bütün nimetler üzerine Allah’a hamd olsun.

       Şu yüce makamın kemalatları velayet kemalatlarının üstündedir, risalet ve nübüvvet kemalatlarının üstündedir. Nasıl bunların üstünde olmasın, zira şu hakikat [4] keremli peygamberler ve büyük melekler için kendisine secde olunandır. (Onlar üzerine salat ve selam olsun).

       Mebde’ ve Mead Risalesi’nde şu fakirin yazdığı şey, ‘Muhakkak hakikatı Muhamediye, makamın dan yükseldi üstünde bulunan hakikatı Kabe'ye ulaştı ve onunla birleşti. Hakikatı Muhammediye için Hakikatı Ahmediye ismi arız oldu. (Meydana geldi).

       Şu hakikat yani Hakikatı Kabe, şu hakikatı Ahmediyenin zıllerinden bir zıl oldu. Şu hakikat, zahir olmadan evvel hakikat zan edildi. Bu karışıklık çok kere vaki olur. Asıl zahir olmadan evvel zıl, asıl zan edilir ve hakikat diye isimlendirilir. Bundan dolayı tek bir makam birkaç kere zahir olur.

       Onun sırrı: şu makamın ortaya çıkışları, şu diğer makamın zılleri itibarı iledir. Ve o makamın hakikatı hakikatte son mertebede zahir olan şeydir.

Eğer ‘Şu mertebe, mertebelerden zahir olanların en sonuncusu olduğu nereden bilinsinki, onun hakikat olduğu anlaşılsın’ denilirse: derim ki, geçmiş zuhuratların zıl olduğunun bilinmesinin hasıl olması, şu diğer zuhurların son olduğunun adil şahididir. Zira şu bilgi, geçmiş zuhuratlar vaktinde hasıl değildi. Belki her zahir olan hakikat gibi görünürdü. Ondan zıl sayılan şey asıl zan edilirdi. Her ne kadar şu hakikatlerin ihtilafı nerden geldiği bilinmese de. Bunu iyi anla.

       Ey evlad! Geçmiş marifetlerden bilindi ki alemi emirle alakalı kemalatlar, alemi halkla alakalı kemalatlar için yükseliş ve mukaddime-lerdir. Evvelki kemalatlar zılliyetten boş değildir. Velayet makamlarına mahsusturlar. İkinci kemalatlar, zılliyet şaibesinden beridirler. Şu dünya hayatının zuhurları için münasibdirler. Onlarda nübüvvet makamın dan kamil nasibler vardır. Velayete bağlı olan hakikat ve tarikat nübüvvet makamından ortaya çıkan şeriat için hizmetçidirler. Velayet, nübüvvete yükselmek için merdiven olur.

       Bu açıklamadan bilindiki Nakşibendi büyüklerinin seçtiği seyir ki onun başlangıcı alemi emirdendir. O seyir daha uygun ve daha münasibdir, zira yükselmek aşağıdan -ki o alemi emirdir-, yükseğe doğru olur ki oda -alemi halkdır-; yüksekten aşağı doğru olmaz. İlaç hangisidir, zira şu muamma herkes için açılmış değildir, belki ekserisinin bakışı surete doğrudur. Alemi halkı düşük zan ettiler ve yükselmeye, suret olan düşükten (sureta) yüksek olana doğru başladılar.

Şu minvalin aksi üzere olan halin hakikatını bileme diler. Onların hakikatte düşük zan ettiği, yüksek olandır. Onların yüksek zan ettiği düşük olandır. Evet! Alemi halkda olan en son nokta aslın aslı olan ilk noktaya yakın olarak vaki oldu. Şu yakınlık başka bir nokta için mümkün olmadı.

       Mısra:

‘Kereme halkın en layık olanı, asilerdir’.

       Şu müşahede, nübüvvet kandilinden alınmıştır. Velayet sahibleri şu marifetten nasibi az olanlardır. Üzerlerine salat ve selam olsun. Peygamberlerin başlangıcı alemi emirden oldu. Ve onlar hakikattan şeriata geldiler. Bu babda netice söz seyirleri peygamberlerin seyrine muvafık olan kamil veliler için başlangıçta şeriatın sureti vardır. Ortada alemi emre münasib olan velayetle alakalı tarikatla hakikat vardır. Nihayette nübüv-vetin meyvesi olan şeriatın hakikatı vardır. Bu izahdan karalaştırıldı ki tarikatın meydana gelmesi, şeriatın hakikatının meydana gelmesi üzerine mukaddemdir. Kamil velilerin ve gönderilen peygamberlerin başlangıcı hakikattan oldu. Her birerlerinin nihayeti şeriatadır.

       ‘Velilerin başlangıcı peygamberlerin nihayetidir’ diyen kişinin sözünün bir manası yoktur. Bu söz ile velilerin başlangıcı ve peygamberlerin nihayeti ile parlak şeriatı kast etti. Evet! Şu miskin, halin hakikatı üzere muttali olmayınca bu şekilde bir söz konuştu ve (hangi manaya geldiğine) aldırmadı. Şu marifetler hiçbir kimse bunlarla konuşmadıysa da; belki ekserisi aksine gidip onları idraktan uzak gördüyseler de fakat insaflı olan, peygamberlerin azamet tarafını mülahaza edince ve şeriatın büyüklüğü onu kaplayınca şu derin marifetleri kabul etmesi ihtimal eder ve şu kabul, imanın ziyadesine vesile yapılır.

       Ey evlad! peygamberler (üzerlerine salat ve selam olsun) davetlerinin alemi halk üzere aid ettiler. ‘İslam beş şey üzere bina edildi’[5] hadisi şerifi bu hususta açıktır. Kalbin, alemi halk ile münasebeti fazla olunca diğerleri gibi onu da tasdik ile davet ettiler, kalbden gayrısı hakkkında konuşmadılar, belki o (diğerlerini) yola atılmış gibi yaptılar ve onu maksad lardan saymadılar. Evet bu şekilde olması gerekir çünkü cennet nimetleri, cehennem azabları, Mevlayı görme nimeti ve ondan mahrum olmak bunların hepsi alemi halka bağlanmıştır, bunlardan hiçbir şeyin alemi emir ile  asla alakası yoktur. [6]

       Aynı şekilde farz, vacib, sünnet amelleri yapmak alemi halkdan olan bedenle alakalıdır. Ameller den alemi emrin nasibi nafilelerdir. Amelleri eda etmenin meyvesi olan yakınlık, onların meyvesi olan ameller miktarınca olur. Şüphesiz farzları edanın neticesi olan yakınlık alemi halkın nasibi olur. Nafilelerin edasının meyvesi olan yakınlık alemi emrin nasibi olur. Şüphe yokki farza kıyasla nafileye itibar ve değer vermek yoktur.[7] Keşki nafile için uçsuz bucaksız denize nisbetle damla hükmü olsaydı. Belki şu nisbet nafile için sünnete kıyasla vardır. Her ne kadar sünnet ile farz arasındaki nisbet, damlanın denize nisbeti gibi olsa da.

Şu iki kurbiyetin arasındaki farklılığın bunun üzerine kıyas edilmesi gerekir ve alemi halkın alemi emir üzerine olan üstünlüğü bu farklılıktan bilinmesi gerekir. Mahlukatın ekserisi şu manalardan nasibleri olmayınca farzları tahrib eder oldular. Nafileleri revaclandırmaya uğraşırlar.

Nâkıs dervişler zikri ve tefekkürü en mühim şeylerden sayarlar, farz-ları ve sünnetleri yapmakta gevşeklik gösterirler. Cematları ve cemiyetleri terk ederek erbainleri seçerler. Bilmezler ki cemaat ile birlikte tek bir farzı eda etmek, onların erbainlerinden binlercesinden daha efdaldir. Evet! Şeriat edeblerine riayet ile birlikte fikir ve zikir, üstün ve mühimdir.

       Noksan alimlerde aynı şekilde nafileleri revaçlan dırmaya koşarlar, farzları tahrib ederler, onları zayi ederler. Mesela Aşura namazı, bundandır. Peygamberimizden (Sallallahu aleyhi ve sellem) tam bir cemaat ve cemiyetle birlikte onu (aşura namazı) kıldığı sahih olmadı. Halbuki onlar, fıkıh rivayetlerinin nafilelerde cemaatın mekruh olduğunu beyan ettiğini bilirler.

Onlar farzların edasında o şekilde tenbellik ederler ki az kere onlar-dan farzı, müstehab vaktinde eda eden (nadir) bulunur. Bilakis çok kere asıl vaktinden onu kaçırırlar. Çok kere, cemaat ile kayıtlamazlar bir veya iki kişiyle cemaatte yetinirler. Belki çok kere tek başına iktifa ederler. Ehli islamın uyduğu kişilerin muamelesi böyle olunca, avamdan diğerleri hakkında ne dersin. Amellerin kötülüğü, şu fillerin uğursuzluğundan dolayı islamda zayıflık ortaya çıktı. Şu muamelenin karanlığından ve hallerin bulanıklığından mahlukat arasında bid’atlar zahir oldu. [8]

     Şiir:

Himmetlerimi size açıkladım, bıkmanızdan korktum; eğer böyle olmasaydı söz çoktu.

       Aynı şekilde nafileleri eda etmek zıllerden olan bir zıllın yakınlığını verir, farzları eda etmek zılliyet kokusu bulunmayan aslın yakınlığını verir. Şu kadar var ki nafile, farzların tamamlanması için eda edilirse bu takdirde şu nafile de asla (Mevla’ya) yakınlığı hasıl etmek için yardımcı ve imdatçı olur ve farzlara katılır.[9]

       Farzların edası, zaruretle asla (Mevla’ya) nazır ve müteveccih olan alemi halka, zaruretle münasib olur. Nafileleri eda etmek zılle nazır olan alemi emre münasib olur.



[1] Asla (Mevla) daha yakın olan daha faziletlidir.

[2] Padişah yolu gibi özel hazırlanmış ve doğruca kişiyi Mevla’ya ulaştırır.

[3] Veli, veli olmak için Peygamberine tabi olmalıdır ki ona velilik nasib olsun. Ona verilen bütün haller Peygamberinden alınmıştır.

[4] Kabenin hakikatı.

[5] Buhari.

[6] Bütün ahıret halleri beden üzerine dayalıdır. Ruh orda bedene tabidir. Asıl lezzetlwnme veya eziyetlenme bedende olacaktır.

[7] Bu yüzden farzların elde ettirdiği yakınlığa diğerleri ulaşamaz.

[8] Hangi kavim bir bid’atı işlerse, Allahu Teâlâ onlardan bir sünneti kaldırır. Bu zamanda insanlar teravih  ve tesbih namazlarını cemaatle kılarlar fakat beş vakti hele sabah namazını cemaatle kılmazlar. Belki hiç kılmazlar.

[9] Hatta mahşer de farz namaz hesabında noksanı olanın namazlarındaki noksanlık nafileler ile tamamlanacaktır.

E-posta Yazdır PDF

Tarikat - Allaha Giden Hususi Yol- 2. Bölüm

 

BÂTINDA SEYR

       Ey evlat! Batındaki seyirden ne yazayım, o seyrin haline uygun olan örtmek ve gizlemektir. Bu makam dan bir parça açıklayalım: ismi zahir-deki seyir, sıfatlarda zatı düşünmeksizin olan bir seyirdir. İsmi batındaki seyir her ne kadar isimlerde seyir ise de, fakat onlarda zat mulahaza olunur. Şu isimler perdeler gibi yüce ve mukaddes Hazreti Zatın vechini örtücüdürler.

Mesela: ilim sıfatında Zat asla mülahaza olunmaz. Alim isminde ise sıfatların perdeleri ötesinden Zat mülaza olunur, zira alîm kendisi için ilim sabit olan zattır. Bu yüzden ilimde seyir zahir isimde seyirdir. Alim de seyir batın isminde seyirdir.[1] Diğer isim ve sıfatları bunun üzerinde kıyas et.

       Şu batın ismiyle alakalı isimler yüce melek cemaatinin mebde-i teayyünleridir. (peygamberimiz ve on lar üzerine salatlar ve tahiyyeler olsun) [2]

       Şu isimlerde seyire başlamak yüksek melek cemaatinin velayeti olan velayeti ulyaya adım basmaktır. [3]

       İlim ile alim arasında ismi zahir ile ismi batının açıklaması anında zikr edilen farkı küçük bir şey olarak tehayyül etmeyesin, ilimden alime az bir mesafe olduğunu zan etmeyesin, belki yerin merkezi ile arşın üstünün arasındaki farkın, şu farka göre damlanın uçsuz bucaksız denize nisbeti hükmü vardır. Bu söz konuşmakta yakın, hasıl olmakta çok uzaktır. [4]

       Geride kısa yol üzere beyan edilen makamların zikride bu kabildendir. Mesela ‘alemi emirden şu beş latifeyi aşınca ve bunların asıllarında seyre başlayınca muhakkak imkan dairesi tamam oldu’ sözümüz gibi, muhakkak şu ibarede tamamıyla seyri ilallah zikr edilmiştir, halbuki şu seyirin müddetinin hasıl olması nı elli bin sene ile takdir ettiler.

‘Melekler ve Ruh, ona miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler’ ayeti kerimesinde, bu manaya işaret vardır. [5]

       Bu babda son söz, saltanatı yüce olan Hak Tealanın yardım cezbesi (çekişi), neredeyse şu uzun müddetin işini göz açıp kapayıncaya kadar hasıl edecek. [6]

       Mısra:

Keremler ile birlikte olan işte zorluk yoktur.

       Aynı şekilde dedik ki ‘İsim, sıfat, şanlar ve itibarlar dairesini aşınca ve bunları asıllarında seyir vaki olunca…’ bütün isim ve sıfatları aşmak telaffuzda kolay fakat aşmak anında müşkildir, hemde ne müşkil. Bu (mesafeyi) aşmanın zorluğundan dolayı meşayıh (vusül menzilleri sonsuzlara dek kesilmez) demiştir. Seyrin tamam olmasını men ettiler yani şu mertebelerde nihayete varmasını (mümkün görmediler) [7]

     Şiir:

       Onun güzelliği için sınır ve son yok.

Sa’dinin medhi için nihayet yok.

        Onu sulayan susuzluktan ölür.

Deniz, evvelki gibi deniz olarak kalır.

       Zannetmeyesin ki onlar (meşayıh), zati tecelliler itibarıyla vusul merte belerinin tükenmesinin olmadığına hükmettiler, sıfatların tecellisi itibarıyla değil; husun (güzellik) ile zati güzelliği murad ettiler, sıfati güzelliği değil; zira biz deriz ki zati tecelliler, şanlar ve itibarların mülazası olmaksızındır. Zati güzelliğin zuhuru, cemal sıfatlarının perdesi ile örtünmeksizin değildir. Zira bu makamda astar ve perdelerin aracılığı olmaksızın kîl-ü kâle (dedi-koduya) imkan yoktur.        

‘Allahı bilenin lisanı tutulur’ [8]

       Tecelli, zılliyetten bir çeşit gerektirir.[9] Bu makamda şanların mülaha-zasından ayrılık yoktur. Vusül menzilleri ve güzellik mertebeleri, şuunat ve isimler dairesine dahil olur. Halbuki bu menzillerin kesilmesi onlara göre imkansızdır. Bu dervişe zahir olan iş tecellilerin ötesi ve zuhuratların gayrısıdır. İsterse bu zati tecelli olsun isterse sıfatı tecelli olsun. Ve bu güzellik ve cemalin ötesidir. İsterse zati güzelik veya sıfatı güzellik olsun, eşittir.[10]

       Hasılı kelam, yüksek matlabları ve değerli maksad ları, değersiz ve kısa yazı ipine icmal yolu üzere dizdim, nihayeti olmayan denizleri birkaç bardağa doldurdum sakın kısa görüşlülerden olma.[11]

       Asıl sözümüze dönelim deriz ki: ne zaman uçmak hasıl olunca ve ismi zahir ile ismi batın iki kanatı hasıl olduktan sonra yükselişler vaki olunca, bilindiki şu yükselişler asaletle toprak unsurunun nasibidir.[12] Hava unsurunun ve su unsuru ki, keremli melekler içindir (Peygamberimiz ve onlar üzerine salat selam olsun) aynı şekilde bu makamlardan nasibi vardır. Haberde varid olduğu gibi ‘bazı melekler ateş ve kardan yaratılmıştır, tesbihi:

'kar ve ateş arasını toplayan zatı, noksan sıfatlardan tenzih ederim’dir’ [13]

       Rüyamda şu seyir esnasında bana gösterildi ki, sanki ben bir yol üzerinde yürüyücüyüm, muhakkak benim için çok yürümekten dolayı yorgunluk hasıl oldu. Yürümeye kudret hasıl olması ümidiyle, onların yardımı ile yaslanmak için sopa ve otlara yapışır oldum, bu mümkün olmadı. Bütün otlara yürümeme takviyesini temenni ederek yapışır ve tutunur oldum. Yürümekten ayrılık bulamadım.

Bu hal ile bir müddet yürüyünce bir beldenin kenar mahallesi göründü. Şu kenar mesafeyi geçtikten sonra belde ye girdim. Bildim ki şu belde teayyünü evvelden ibarettir ki o bütün isimler, sıfatlar, şanlar ve itibarlar mertebelerini toplayıcıdır. Aynı şekilde şu mertebelerin asıllarını ve şu asılların asıllarını da toplayıcıdır. Bazısı bazısından temayüz eden (ayrılan) zati itibarların nihayeti, ilmi husuliye müna-sibdir.

Bundan sonra seyir vaki olursa ilmi huzuriye münasib olur.

       Ey evlad! Şu Hazrete, ilmi husuli ve huzuri söylenmesi ancak temsil ve nazir itibarı iledir. Zira mukaddes ve yüce olan zatın varlığı üzere zait olan sıfatların ilmi, ilmi husuliye münasibdir. Asla, zat üzerine ziyadesi tasavvur olunmayan zatı itibarların ilimi, ilmi huzuriye münasibdir. Eğer böyle değilse o makamda bilinenden bir şey hasıl olmaksızın bilinen ile ilim arasında  (bulunan) alakadan başka bir şey yoktur. (meseleyi iyi anla)

       Belde-i caima olan şu teayyünü evvel, bundan kina yedir, bütün keremli peygamberlerin ve büyük meleklerin velayetlerinin tamamını cem edicidir. (üzerlerine salat ve selam olsun)[14]

       Velayeti ulyâ ki, asaletle yüksek melek cematına mahsustur, onun da nihayeti burasıdır. Şu makamda mülaha za olundu ki, şu teyyünü evvel Hakikatı Muhammediye o mu, değil mi. Sonra beyan oldu ki Hakikatı Muhammediye geride zikrettiğim şeydir. Üzerine teayyünü evvel diye söylenmesi şu merkez, isimler, sıfatlar ve itibarları cem etmesi itibarıyla şu teyyünü evvelin gölgesidir.

       Şu beldeden yukarı vaki olan seyir nübüvvet kemalatına başlamak olur. Şu kemalatların hasıl olması peygamberlere mahsusutur.(üzerlerine salat ve selam olsun). Ve nübüvvet makamından ortaya çıkıcıdır. Aynı şekilde peygamberlerin kamil tabileri için tebaiyyetle şu kemalattan nasib vardır. Şu kemalatlar dan asaletle bol nasib, insana ait olan latifeler arasından toprak unsuruna aittir. İnsana ait diğer cüzler isterse alemi emirden isterse alemi kalbden olsun hepsi şu makamda toprak unsuruna tabidir. Ona tabi olarak şu devlet ile şereflenmişlerdir.

       Şu toprak unsuru insan oğluna ait olunca beşerin havassı meleklerin havassından zaruretle efdal oldu. Zira hiç biri için hasıl olmayan şey, şu toprak unsuru için hasıl oldu.

       Yakınlaştıktan sonra şu makamda ‘tedelli’ nin hakikatı ortaya çıktı. O makamda ‘Kabe kavseyni ev edna’ sırrı açıldı.[15] Şu seyirde görüldüki bütün velayetlerin kemalatları isterse suğra veya kübra veya ulya olsun tamamı nübüvvet makamının kemalatlarının zıllidir. Onlar şu kemalatların hakikatı için  misal ve karaltılardır.[16] Orada açığa çıktı ki  şu seyir kapsamında kat’ edilen bir nokta, bütün velayet kemalatlarından daha fazladır.

Düşünmek gerekir ki bu kıyasla, geçmiş kemalatların hükmü şu kemalatların tamamına nisbetle ne olur. Damla için, uçsuz bucaksız denize nisbet vardır. Şu nisbet burada yoktur. Şu kadar var ki ben derim ki, nübüvet makamına göre velayet makamının nisbeti, nihayeti olanı niha-yeti olmayana nisbet gibidir.

‘Sübhanellah’ bu sırrı bilmeyen muhakkak der ki, ‘velayet, nübüvvet-ten efdaldir.’ Şu muameleden gafil olduğu halde bu sözü izah hakında başka birisi der ki:  ‘Peygamberin velayeti onun nübüvvetinden efdaldir’ Ağızlarından çıkan söz ne büyük oldu. [17]

       Allahu subhanehu’nun yardımıyla ve Habibi’nin bereketiyle (onun ve âlinin üzerine salat ve selam olsun) aynı şekilde şu seyri de tamamlayınca, bana gösterildi ki  faraza seyrimde bir adım ziyade etsem, elbete halis yokluğa düşerim, çünkü bunun ötesine halis yokluktan başka bir şey bulunmadı.

       Ey evlad! Şu muamelede  ‘anka kuşu muhakkak tuzağa düştü, yaban kedisi muhakak ağa takıldı’ diye vehmine düşürmekten sakın.[18]

Şiir:

       Ankayı hiç kimsenin yakalaması uzak oldu.

Davanı terk et, şu işten uzakta ol.

       Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah ötelerin ötesidir, sonra ötelerin ötesidir.

     Şiir:

       Şu yücelik kasrının balkonları yücedir.

Oraya ulaşmak arzusundan sakının.

       Şu ötelerde olmak, perdelerin bulunması itibarıyla değildir, çünkü perdeler tamamıyla yükselici olmuştu. Belki bulmaya zıt olan, anlamaya mani olan, kibriya ve azametin subutu itibarı iledir. [19]

Allahu subhanehu varlıkta çok yakın, bulmaktan çok uzaktır. Evet! Muradlardan bazı kamiller bulunur Peygamberlere tabi olmakla (üzerlerine salat ve selam olsun) kibriya ve azamet çadırlarından bir mahelle verilir, celal çadırının mahremlerinden yapılırlar ve onlar ile birlikte muamele olunurlar.

       Ey evlad! Şu muamele, alemi emir ve halkın toplamında ortaya çıkan insana ait olan heyeti vahdaniyeye mahsustur. Bununla bereber bu makamda reis toprak unsurudur. [20]

       Ancak ‘onun ötesinde halis yokluktan başka bir şey bulunmaz’ dedim, zira ilmi varlık ve harici varlık mertebelerinin tamamından sonra  yokluğun husulünden başka bir şey yoktur.[21] O yokluk ki, varlığın zıttıdır. Allahu subhanehu’nun zatı, şu varlık ve yokluğun ötesindedir. Nasıl ki yokluk için o zata (ulaşan) yol yoktur, aynı şekilde varlık için de yol yoktur. Çünkü zıttı olarak yokluğun bulunduğu varlık, şanı yüce olan Hazreti Zata nasıl layık olsun. Eğer şu mertebede ibare darlığından dolayı varlık diye söylemişsek, onunla kendisine yokluğun zıt olmasına imkan bulunmayan bir varlık kast olunur. [22]

       Şu fakir bazı mektublarında yazdığı şey ki, ‘Hak Sübhanehü Hazretlerinin hakikatı sırf varlıktır’ bu söz şu muamelenin hakikatine muttali olamadığındandır.  Vahdeti vucud ve başka şeyler hakkında yazdı ğım bazı merifetler de bu kabildendir. Bunun sırrı (meselenin hakika-tından) haberdar olunmamaktır. Ne zamanki muamelenin hakikatı tenbih olup vakıf olundu, (o vakit) ilk başta ve orta halimde söylediğim veya yazdığım şeyler üzere pişman oldum, bunlardan istiğfar eder oldum

‘Allahu sübhanehü ve Teala Hazretlerinin çirkin gördüğü şeylerin tamamından tevbe ettim, Allaha yöneldim ve ondan affımı dilerim.’ [23]

       Şu açıklamadan ortaya çıktı ki, nübüvet kemalatları yükseliş mertebelerindedir. Yüz, nübüvvet yükselişlerinde Hak Subhanehu Hazretlerine doğrudur; bazıların zannetiği gibi ‘velayette yüz, Hak Subhanehu Hazretlerine doğru, nübüvvettte maklukata doğru’ Ve ‘velayet, yükseliş mertebelerinde, nübüvvet iniş derecelerinde’ değildir. Bundan dolayı velayetin nübüvvetten efdal olduğunu vehmettiler.[24]

       Evet velayet ve nübüvvetten her birerleri için yükseliş ve iniş vardır. Yükselişte yüz her ikisinde Hakka doğrudur, inişte ise halka doğrudur.

Bu babda netice söz nübüvvetin iniş mertebelerinde yüz tamamıyla halka doğrudur velayetin inişi bunun hılafınadır, zira orada yüz tamamıyla halka doğru değil, belki batını Hak ile zahiri halk iledir.

       Bunun sırrı: velayet sahibi yükseliş makamlarını tamamlamadan evvel inicidir, şüphesiz bakışı yukarıya doğru olur, bütün vakitlerde onunla çekişir ve onu tamamıyla halka yönelmekten men edicidir.

Nübüvvet sahibi onun hılafınadır, zira o yükseliş makamlarını tamamladıktan sonra indi. Bu sebebten dolayı tamamıyla halkı Hak celle ve alâya davet edici olur. İyi anla! Zira şu şerefli marifet ve bunun gibileri hiç kimsenin kendisiyle konuşmadığı şeylerdendir. [25]

       Bilinmesi lazım gelen şeylerdendir ki toprak unsuru, nasıl ki yükseliş mertebelerinde hepsinin üstündeydi aynı şeklide iniş menzillerinde de hapsinden aşağı iner. Nasıl böyle olmasın! zira onun tabii mekanı hepsinden aşağıdır. Onun hepsinden aşağı inişi sabit olunca ona sahip olanın daveti zaruretle en tamam olur, ve faide vermesi en mükem-mel olur.[26]

       Bilki ey evlat! Nakşi tarikatında seyrin ibtidası alemi emirden olan kalbten olunca sözü alemi emir ile açtık, diğer meşayıhı kiramın yolları bunun hilafınadır. 

Zira onlar, evvela nefsin tezkiyesine ve kalıbın temizlenmesine başlarlar. Bundan sonra alemi emre başlarlar, orada Allahu Teâlâ’nın dile-diği yere kadar yükselirler. İşte bu sebebten şu büyüklerin başlangıcına diğerlerinin sonu girdirildi. Bu yol, yolların en kısası oldu, çünkü tezkiyenin ve temizlenmenin meydana gelmesi, şu seyirde en güzel bir vecih üzere ele geçer ve bu sebeble mesafe kısa olur. Şüphesiz şu büyükler, alemi halkdan seyre kast ederek başlamayı abes bildiler ve onu boş kalmak kabul ettiler. Hayır! Bilakis yakinen anladılar ki o (alemi halktan başlamak) zararlıdır ve matluba ulaşmaya mani olucudur.

       Bunun açıklaması: çünkü diğer tarikat yolcuları tezkiyeyi, meşakkatli riyazatları, şiddetli mücahe deleri önce yaparlar, alemi haklın suret vadilerini aştıktan sonra, alemi emirde seyre başlayınca ve kalbin cezbelenme-sine ve ruhun lezzetlenmesine çokca vaki olunca, bu cezbelenme ile kanaat ederler, şu lezzetlenme ile iktifa ederler.[27]

       Alemi emrin, la mekani zan edilmesi onlara şu muamelede yardımcı olur. Şu alemin lâmisli olma kokusu, hakiki lâmisli olan (Allah) dan onları men eder. Hatta bu sebeble şu makamda seyr edenler den bir tanesi şöyle dedi:

‘Ruha, onu Hak Sübhanehü ve Teala  olduğuna inanarak otuz sene ibadet ettim.’

Bir diğeri şöyle dedi: ‘İstiva sırrı arşın üstünün münezzeh zuhuru, derin marifetlerdendir’.

Geride geçen açıklamadan muhakkak bilindi ki, şu tenzih işi imkan dairesine dahildir,[28] belki o hakikatte tenzih suretinde bir teşbihtir. Şu yüce tarikatın büyükleri (bunların) hilafınadır. Zira onlar cezbe makamından seyre başlarlar ve lezzetlenmenin yardımıyla yükselirler, şu cezbelenmek ve lezzetlenmek onlar hakkında, diğerleri hakkındaki mücahedeler ve münazaalar mesabesindedir. Diğerlerinin ulaşmasına mani olan şey, şu büyüklere yardımcı ve imdatçıdır. Onlar alemi emrin lâmekansızlığını, mekanlı olmanın ta kendisi olarak tasavvur ederler ve ondan hakiki olan lâmekaniye doğru yönelirler.[29] Şu âlemin lâ misli olmasını, misli olmanın aynısı olarak itikad ederler, ondan hakiki olan lâ misliye yükselirler. Şüphe yok ki onlar, hal ve iç buluşların aldanması ile fitnelenmezler, şu yolun cevizleri ile, misal ve benzerlik muzlarıyla çocuklar gibi aldanmazlar. Sofiyenin hoş sözlerine değer vermezler. Meşayıhın güzel sözleri ile övünmezler, belki onlar sırf Ehadiyyet’e yönelicidirler. İsim ve sıfattan, mukaddes zattan başkası ile aldanmazlar.[30]



[1] Her sıfatın  icmali ve tafsili vardır. İcmali asıl olup tafsili zıllidir. Bütün bunları seyr etmek zahir isimde seyr olur. Burada sıfatın sahibi düşünülmez. Fakat o sıfatın sabit olduğu Zat (Allah Teâlâ) düşünülmeye başlayınca o sıfatın batınında seyr olur.

[2] Meleklerin yaratılışının başı bu isim ve sıfatların batınına dayanır.

[3] Velayeti ulya meleklerin velayeti demektir.

[4] Arş ile yer arasında elli bin senelik mesafe olduğu düşünsek deniz ile damla arasında bir alaka kursak bunların tasavvuru bir nebze düşünülebilir, fakat zahir ile batın ismi arasındaki fark bunlara kıyas edilmez.

[5] (Meâric Suresi Ayet: 4)

[6] Bu kadar uzun mesafeleri aşmaya insanın ömrü yetmez. Bu ancak Allahın yardımıyla olur.

[7] İsim ve sıfatların tafsili ve icmali seyirlerine itibarla mevlaya ulaşmanın nihayete ermesini mümkün görmediler.

[8] Vusul menzillerinin tükenmediğini söyleyen meşayıh bunu sıfatlar ve

onların zılleri itibarıyla söylemiştir. Zira o tafsilat tükenmez. Zat itibarıyla vusul tükenmez demek istememişlerdir.

[9]  Tecellide zatın kendisi acılmaz. Ya onun sıfatları veya onunla alakalı şanlar ve itibarlar mülahaza edilir, henüz zatın kendisi tecelli etmemiş, zahir olmamıştır.

[10] Sıfatlar ve şanlar da seyreden zata ulaşamadıkça unun vuslatı bulması tabiki imkan-sızdır. Fakat İmam-ı Rabbani gibisi daha ötelere davet edildiği için, ona göre diğerlerinin bulduğu zılde kalır.

[11] Az söz ile pek çok sırları ve marifetleri beyan etmiş oldu, fakat bunları anlamak kim için mümkün!

[12] Bedende bulunan toprak cüzü yükselmekte ve inişte en ileride bulunur. Diğer cüzler ona tabidir.

[13] Varlığı ateş ve suyun karışımından olan melekler bu şekilde tesbih etmekte! Burdan anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ dilerse zıtları bir araya cem edebilir.

[14]  Manevi haller bir belde suretinde gösterilmiştir.

[15] Necm Suresindeki ayetin sırrına vakıf oldu.

[16] Bütün velayetler, nübüvvet kemalatından kaynaklandıkları için onun zıllarıdırlar.

[17] Kehf Suresi

[18] Tamam! Mevlayı buldum, maksuda ulaştım zannetme!

[19] Mevla Tealanın azameti ve kibriyası onu anlamaya manidir. Nasıl ki en parlak vaktinde güneşe bakılınca ışıkların çokluğundan güneşin kendisi görünmez, hatta fazla bakılırsa gözler kör olur.

[20] Heyeti vahdaniye bütün ruh ve beden latifelerinin  bir hizaya gelip aralarındaki çekişmeyi kaldırarak birbirine uyum sağlaması ile yeni bir varlığın ortaya çıkması hali. Her latifeden kaynaklanan huylar ve kuvvetler değişiktir. Mesela; hava suya benzemez, toprak ve ateş birbirine uyum sağlamaz. Fakat manevi terbiye ile bütün bu kuvvetler bir hizaya getirilerek uyum sağlandı. 

[21] İlmen ve hariçte bulunan her şey kalb gözünden silinince geriye sadece yokluk kalır.

[22]  Varlık iki kısımdır: Birincisi hakiki varlık ki bu vacibul vucud olan Allahu Teâlâdır. İkincisi yokluktan var edilen bizim ve bu kainatın varlığı. Bu varlığımız ve bunun zıddı olan yokluk birbirine zıtlıkla münasebet kurmuştur. Bunların hiç birisi Mevlaya ulaşamaz. 

[23] Bu zamanda bir ayet veya birkaç hadisis şerifi yanlış belleyerek bilgiçlik taslayanlar; kendileri manevi yolu tamamlamayıp evliyalıktan bahsedenler acaba söylediklerinden pişman olup tevbe etmeyi düşünürlermi?

[24] Nübüvvet ve velayet te yükseliş vardır. Yükselirken yüz Mevla’ya doğrudur. İnişte ise mahlukata doğrudur.

[25] Veli Mevla Tealâ’yı kazanmak ve onun nurlarında erimekle yetinir. Nübüvvet makamının asıl sahibi olan peygamber aleyhisse lam insanları Allahu Teâlâ’ya davetle vazifeli olarak mahlukatın arasına döner. Bü yüzden en aşağıya iner ve herkesi davet eder. Aynı şekilde bu nübüvvet kemalatını elde eden kamil velilerde davet makamına ulaşınca en aşağı inerler.

[26] En aşağıya inen herkesin seviyesine inerek daveti umumi yapar. Herkes ile ve her husus ile ilgilenir.

[27] Evvela nefis terbiyesi ile işe başlayanlar bunu tamamlayıp ruha gelince bu anda kendilerine verilen bir cezbe ile manevi hallere daldırarak yetinirler, ilerisini aramazlar. Fakat Nakşi büyükleri nin yolunda iş ruh terbiyesi ile başlar. Bu sırada sünnete ittiba ile zaten nefsin istekleri kırılır ve ayrıca nefis terbiyesine gerek kalmaz. Bunun için bu yolda diğerlerinin sonda vardığı makam başta elde edilir. 

[28] Arşın üstü  zılal dairesinin başlangıcı idi. Münezzeh Hak Teâlâ bunların bulduğu değildir. Bunlar işi karıştırmişlar, zira kılavuzları noksan olunca kendileri nereye varsın!

[29] Lâ mekansız olan ruhu mekanlı gibi kabul ederek ona yönelmekten ayrılıp hakiki lâ mekan olan mevlaya yönelirler.

[30] Manevi halleri, cezbe ve lezzetlenmeleri bırakırlar, isim ve sıfatlarda kalmayıp Mukaddes Mevlanın Zatına rağbet ederler.

E-posta Yazdır PDF

Tarikat - Allaha Giden Hususi Yol- 1. Bölüm

Tarikat  - Allah’a Giden Hususi Yol-

Tarikat ve tasavvuf meşrebini inkar edenler, meseleyi anlamadıklarından ileri geri konuşurlar. Halbuki bu manevi yol erbabı, islamı harfiyyen yaşamayı hedeflemiş, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e her yönden tabi olmak için son derece gayret göstermişlerdir. Bu işin önemine binaen usulleri tertip ederek zabt-u rabt altına almışlardır. Tıpkı mezheblerin belli isimler altında zuhuru gibi, tarikatlarında belli isimler altında zuhuru zaruri olmuştur.

Bu sahada en mükemmel izahlar, Mektubat-ı Rabbani’de mevcuttur. Bir kişi mektubatı anlamadıkça, tasavvuf hakkında konuşmamalıdır, eğer konuşuyorsa, güneşi inkar eden kör gibidir. Biz, inkarcılarla didişmek yerine, hakkı açıklamakla yetinelim, nasibi olan alır.

Bu yol, tevatürle Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem den itibaren devam etmekte, Mehdi ve İsa asleyhisselamlar ile devam ederek kıyamete kadar ulaşacaktır. Bu yolun müntesibleri bittiği zaman kıyamet, şerliler üzerine kopacaktır. Allahu Teala bizleri muhafaza eylesin.

Şimdi biz, bu hususta İmamı Rabbani k.s. nun, manevi terbiye ile izlediği yolunu (tarikatını-Allaha giden yolunu), kendi lisanından bölümler halinde aktaralım. Anlaşılmayan hususları ehline sormakla veya ilerde tekrar okumakla anlamaya çalışalım.
 

1. cilt - 260. MEKTUBUN BAŞLIĞI VE KONUSU

       İkiyüz altmışıncı mektup, (İmamı Rabbani Hazretleri tarafından) Muhterem evladı Şeyh Muhammed Sâdık (kuddise sırruhu)‘a gönderilmiş olup, (İmamı Rabbani Hazretlerinin) kendisine ait olan tarikatın; suğra, kübra ve ulya velayetlerinin;[1] mutlak olarak nübüvvetin velayetten efdal olduğunun; [2] insanda bulunan on latife ki [3] ‘bunlardan beş tanesi alemi emirden ve beş tanesi de alemi halktandır’ bunların herbirine ait olan kemalatların; alemi halkın alemi emirden daha faziletli olduğunun;[4] ve toprak unsuruna ait olan kemalatların; her makama ait olan ilimler ve marifetlerin açıklaması ve buna benzer konuların izahı hakkındadır.

1. cilt - 260. MEKTUBUN TERCÜMESİ

       Allah’ın ismi şerifi ile bereketlenerek başlıyorum.

       Bütün hamdler alemlerin Rabbi olan Allah’a mah sustur. Salât ve selam Peygamberlerin Efendisi (olan Muhammed Aleyhisselam) ve diğer Peygamberlerin üzeri-ne, temiz ve pak olan ehli beyti ve ashabı üzerine olsun.

LETÂİFLER

       Bil ki ey evlat! ‘Allahu subhânehu seni mes’ud etsin’ alemi emrin beş latifesi yani kalb, ruh, sır, hafi, ahfa ki bunlar küçük alemin cüzlerindendir. (Küçük alemden kasdım) insandır.[5] Bu latifelerin asılları, anâsırı erbaa gibi insanın cüzleri olup asılları alemi kebirdedir.[6] Bu beş latifenin asılları Arşın üstünde olup orası mekansızlık diye vasıflanır. Bundan dolayı alemi emre de ‘mekansızlığa mensub’ denir.[7]

Alemi halkı, alemi emri, alemi sağırı, alemi kebiri ile imkan dairesi bu asılların nihayetine ulaşmakla tamam olur. Bu makamda imkanın kaynağı olan adem ile vucudun, karışıklık hali biter.[8]

Muhammedi meşreb olup rüşd üzere bulunan salik,[9] alemi emirden şu beş latifeyi sırasıyla kat’ edip alemi kebirde olan asıllarında seyre başlayınca ve bunların hepsini üstün yaratılış, belki Hak Sübhânehü’nün sırf fazlı keremiyle dürüp (aşıp) son noktaya varınca, şübhesiz seyri ilallah ile imkan dairesi tamamlanmış olur ve üzerine fena isminin söylenmesini hak eder. Yani fena ile vasıflanmayı. (Hak eder)[10] Velilerin velayeti olan suğra (küçük) velayete başlar. Bundan sonra seyir, hakikatta alemi kebir-deki şu beş latifenin aslı olan ve kendilerine yokluk kokusu arız olmayan vacib Tealânın isim ve sıfatlarının zıllerinde[11] vaki olursa ve bunların hep-sini Allah’ın fazlıyla seyri fillah yoluyla dürerse ve nihayetlerine ulaşırsa, aynı şekilde vacib Tealâ’nın isimlerinin zılleri dairesini tamamlamış olur. Onun için vacib Tealâ’nın isim ve sıfat mertebesine ulaşmak hasıl olur.[12]

Velayeti suğranın yükselişinin nihayeti bu makama kadardır. Şu makamda fenanın hakikatına başlamak tehakkuk eder. Peygamberlerin velayeti olan kübra velayetinin evveline adım basılır (onların üzerine salat ve selam olsun). [13]

       Bilinmesi lazım gelen şeydir ki şu zılal dairesi, keremli peygamberler ve büyük meleklerden başka bütün mahlukatın mebde-i teayyünlerini içine alır. (üzerlerine salat ve selam olsun) [14]

       Her ismin zılli, şahıslardan bir şahsın mebde-i teayyü-nüdür. Hatta peygamberlerden sonra beşerin en faziletlisi olan Ebu Bekir Sıddık’ın mebde-i teayyünü şu dairelerden olan en üst noktadır.[15]

       ‘Salik mebde-i teayyün olan isme ulaşırsa, muhakkak seyri ilallah’ı tamamladı’ şeklindeki sözden murad, şanı yüce olan ilahi ismin zılli olması ve onun cüzlerinden bir cüz olması gerekir, o ismin aslı ve aynı değildir. [16]

       Şu zılal dairesi, hakikatta isim ve sıfatlar mertebesinin tafsilidir. Mesela ilim sıfatı hakiki bir sıfat olup onun için cüzler vardır. Şu cüzlerin tafsili, icmal ile münasebeti olan şu sıfatın zılleridir.[17] Şu cüzlerden olan her bir cüz, keremli peygamberler ve büyük meleklerden başka olan şahıslardan her bir şahsın mebde-i teayyünüdür (üzerlerine salat ve selam olsun).

       Peygamberlerin ve meleklerin mebdei teayyünü şu zıllerin asıllarıdır. Yani tafsil edilmiş şu cüzlerin bütünleri-dir. Mesela ilim sıfatı, kudret sıfatı, irade sıfatı ve diğerleri gibi. [18]

       Şahıslardan pek çoğu, mebde-i teayyünü olan bir sıfatta muhtelif itibarlar ile ortak olurlar.

Son peygamber Muhammed aleyhiselamın mebde-i teayyünü ilim sıfatıdır. Şu sıfat başka bir itibarla ibrahim aleyhissela mında mebde-i teayyünüdür. Yine o sıfat değişik bir itibarla Nuh aleyhisselamın mebdei teayyünüdür. Şu itibarların teayyünü, Hoca Muhamed Eşrefe yazılan mektub da zikr edilmiştir.[19]

       Meşayıhten biri şöyle demiştir:

       Hakikat-i Muhammediye teayyünü evvel olup icmal makamıdır ve  buna vahdet ismi verilmiştir. [20]

       Onun bu cümleden muradı - en iyisini Allah bilir- bu fakire gayb aleminden zahir olana göre, zılaliyet dairesi merkezidir. O, bunu teayyünü evvel zannetti. Ve onun merkezini icmal diye tehayyül etti, onu vahdet diye isimlen dirdi. Şu daireyi kuşatan bu merkezin tafsilini vahidiyyet zannetti. İsim ve sıfatların dairesi olan zılal dairesinin üstünü, teayyünden münezzeh ve beri olan Zat (Mevla Teala) tasavvur etti.

Halbuki iş böyle değildir. Bilakis ben derimki, şu zılal dairesinin merkezi, onun aslı olan üsteki dairenin merkezi-nin zıllıdır ve (o üste bulunan daire) esma, sıfat, şuunat ve itibarat diye isimlendirilir.[21]

       Hakikatı Muhammediye ki gerçekte şu asıl  olan daire-nin merkezidir, o da isimlerin şanların icmalidir. İsimlerin tafsili, vahidiyet mertebesi olan şu dairede ancak olur. Vahdet ve ehadiyet tabirinin isimlerinin zılleri mertebesi üzerine söylenmesi, zıllin asıl ile karıştırılması üzerine mebnidir. Seyri fillah tabirini bu makamda söylemek te aynı kabildendir, zira bu makamdaki seyir, hakikatte seyri ilallah’a dahildir. (bu sözümü al) [22]

       Bundan sonra yükseliş zılal dairesinin aslı olan es ma ve sıfat dairesine doğru seyri fillah yoluyla olursa bu durum velayeti kübra kemalatlarına başlamak olur.              

       Şu velayeti kübra asaletle peygamberlere (üzerlerine salat ve selam olsun) aittir. Onların keremli ashabı da aynı şeklide bu makama tebaiyyetle vasıl olur.[23]

       Şu daireden alt yarım kısım, zait olan isim ve sıfatları içine alır. Üst yarım kısmı ise zati olan şanlar ve itibarlara şamildir. Alemi emrin beş latifesinin yükselişinin nihayeti şu dairenin nihayetine kadardır yani isim ve şanlar dairesi. [24]

       Bundan sonra, sırf şanı yüce olan Hak tealanın fazlı keremiyle sıfat ve şanlar makamından yükseliş vaki olursa, bu seyir şu sıfat ve şanların asılları dairesinde olur. Şu asıllar dairesinde geçip aştıktan sonra o asılların asılları dairesi bulunur.[25] Bu daireyi de kat’ ettikten sonra, en üst dairede bir yay ortaya çıkar. Aynı şekilde onu da geçmek gerekir.

Şu en üstte bulunan daireden yaydan başka bir şey belli olmayınca şu yay (kavs sözü) ile yetindik. Burada bir sırrın bulunması mutlaka lazımdır, henüz onun üzerine muttali olamadım. [26]

       İsim ve sıfatlar için zikredilen şu üç asıl, yüce ve mukaddes olan Hazreti Zat hakkında sadece itibarlardır, bunlar sıfat ve şanların mebde’-leridir (asılları).[27]

       Şu üç aslın kemalatının hasıl olması, nefsi mutmainneye mahsustur. Nefis için şu makamda itmi’nanın husulü ele geçer. Şu makamda göğsün genişlemesi hasıl olur. Orada salik, islami hakikiyle şereflenir. İşte şu, o makamdır ki nefsi mutmainne orada göğüs tahtına oturur ve rıza maklamına yükselir. Şu makam ki o, peygamberlerin (üzer-lerine salat ve selam olsun) velayeti olan velayeti kübranın nihayetidir.

dir. [28]

       Ne zamanki seyrim (manevi yolculuğum) şu makama ulaştırıldı, vehmime geldiki iş, muhakkak tamam oldu. Bu sırada sırrımda bir nida oldu ki şu (makamların) tamamı uçmak için olan iki kanattan birisi olan ismi zahirin tafsilidir, ismi batın henüz önündedir.[29] O, mukaddesat alemine uçmak için ikinci kanattır. Onu da tafsilatıyla tamamlarsan muhakkak uçmak için lazım olan iki kanadı elde ettin.

       Allahu Sübhanehünün yardımıyla ismi batındaki seyir de tamam olunca uçmak için iki kanat hasıl oldu. ‘Bizi bu makama ulaştıran Allaha hamd olsun, şayet Allah bizi buna ulaştırmasaydı biz ulaşamazdık, muhakkak Rabbimizin Resulleri hakkı getirdi.’



[1] Velayeti suğra: Ümmetin içindeki velilerin olgunluğu va Allah’a olan yakınlığıdır.

     Velayeti kübra: Peygamberlerin velayet ve Allah’a olan yakın lığıdır.

     Velayeti ulya: Yüksek melek cemaatinin velayet ve Allah’a olan yakınlığıdır.

[2]  Burada ‘bu sıralamaya göre meleklerin kemalatları Peygamber lerden daha üstün olduğu anlaşılıyor’ diye bir soru akla gelirse buna cevap olarak Kıymetli büyüğümüz Mahmud Efendi Hazretleri (Kuddise sırruhu) şöyle bir misal vermiştir. Üç katlı bir binanın en kıymetli yeri neresidir? Orta katıdır, zira en üst kat çatı altıdır ve o kadar makbul değildir.

[3] Alemi halk latifeleri toprak, hava, su, ateş ve nefsi natıkadır.

Alemi emir latifeleri kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır.

[4] Velayet ve nübüvvet kurbi ilahî (Allah’a olan yakınlık) demektir. Nübüvvet kemalatını elde eden zat, velayet kemalatını elde edenden üstündür. Bu nübüv vet ve velayet olgunlukları, isterse Peygamberin olsun, isterse velinin olsun durum böyledir.

[5] Âlemi emir ‘ol’ emri ile yaratılan ruhun tarafıdır. Ruhta bulunan kuvvetlere letâif denir. Âlemi sağir insan, âlemi kebir arşa kadar olan âlemdir.

[6] Anasırı erbaa ‘dört unsur’ demek olup toprak, hava, ateş, sudur. Bunlar bütün mahlukatta bulunan maddeler olup insan bedeni de bunlardan meydana gelmiştir. Ayrıca nefsi natıka insana verildi.

[7] Arşın üstünde mekan bulunmadığından oraya mekansızlık âlemi denir. Ruh madda gibi olmayıp çok latif olduğundan ona da mekansızlığa mensub denir.

[8] İmkan dairesi: Arştan aşağı bulunan bütün mahlukattır.

Âlemi halk: İnsan bedeninin cüzleri.  Âlemi emir: Ruh.  Âlemi Kebir: Arşın aşağısındaki bütün mahlukat. Âlemi sağir: İnsan.

İşte bütün bunları manevi bir yürüyüşle aşan müridin ruh tarafı, arşın üstüne çıkınca mad-de sınırını aştığından madde bağından kurtulur.

[9] Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) ‘in mebde-i teayyünü olan ilim sıfatı üzere mebde-i teayyünü olan mürid.

[10] Manevi yolculuğa başlayan mürid, evvela ruhundaki kuvvetleri zikir ve rabıta ile tamamlayıp kalbi ruha, ruhu sırra, sırrı hafiye ve hafiyi ahfaya ekleyerek alemi emri, kendinde (alemi sağirde) tamamlar ve sonra bunların alemi kebirdeki asıllarında aynı tertib üzere seyrini tamamlayarak arşın üzerine yükselirse, artık madde alemi geride kalmış, ruh mekansızlık alemine geçmiştir. Bu hale ulaşan mürid kendini Allah’ın nurlarında kaybettiği için fena fillah olmuş olur. Bu durum velilikte ilk basamak olan velâyeti suğradır. ( Veliliğe başlamış olur)

[11] Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları mertebesine isim ve sıfat mertebesi denir. Bunların altında zılal mertebesi (isim ve sıfatların zılleri -gölgeleri- mertebesi) bulunur. Bu zılal dairesinde seyrine devam eden salik (mürid) zılal dairesinin sonuna gelince velayeti suğ-rayı tamamlamış olur.

[12] Zılal dairesinin üstünde asılları olan isim ve sıfat dairesi vardır.

[13] Velayeti suğrayı tamamlamakla suret olan fenanın hakikatına ulaşır ve Peygamberlere ait olan kübra velayetine adım atar. Yani ona peygambere tabi olması sebebiyle peygam-berinin hallerinden nasibler verilir (Peygamber olamaz)

[14] Zılal dairesi Vacib Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının zıllerinin bulunduğu mertebedir. Meselâ ilim sıfatı ve diğerlerinin bulunduğu makama sıfat mertebei, isim ve sıfatlar dairesi denir. Bu sıfatın cüzlerinin, uzantılarının ulaştığı makama da zılal mertebesi, zılal dairesi denir. Bu zılal dairesinde bulunan cüzler bir üst mertebedeki isim ve sıfatların cüzleri olup sıfatlar o cüzlerin asıllarıdır. İşte şu cüzlerin bulunduğu zılal dairesi her bir şahsın meydana geldiği ilk cüzü ve onun hususi terbiye eden (rabbisi) dir. O cüze mebde-i teayyün denir. Peygamberler ve meleklerin mebde-i teayyünleri zılal dairesinde olmayıp onların aslı olan üstteki isim ve sıfat dairesindeki isim ve sıfatların kendileridir.

[15] Zılal daiesinin en üst noktasında Ebu Bekir Sıddık’ın (Radıyellahu anhu) mebde-i teayyünü vardır.

[16] Mebde-i teayyüne varmakla ancak zılal dairesine varmış olup henüz seyr-i ilellah (Allah’ın isim ve sıfatların zıllerinde seyr) devam etmektedir. İsim ve sıfatlara ulaşırsa o zaman zılal dairesi tamam olur.  

[17] Asıl dairesinde isim ve sıfatlar vardır. Bu dairenin altında o sıfatların zılleri vardır. Üsteki sıfat cem edici (icmal, toplam) olup aşağı mertebede bulunanlar o sıfatın tafsilatı, cüzleri, zılleri (gölgeleri) olur.

[18] Mesela ilim sıfatı peygamber Efendimizin (Sallallahu aleyhi ve sellem) mebde-i teayyünü olup onun zılleri olan ve o ilim sıfatı ile alakalı olan zıller ve cüzlerden her biri ümmetten olan şahısların Muhammedi Meşreb olanlarının mebde-i teayyünüdür.

[19] (251. Mektup)

[20] Hakikatı Muhammediyye: Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) in hakikatı ilk yaratılan şey (teayyünü evvel) dir. 

[21] Zılal dairesi bir üstte bulunan ve onun aslı olan esma sıfat dairesini gölgesi olduğundan bu daireyi aslına benzeterek karıştırmış olan veliler o zılal dairesine ilk teayyün zannederek hakikatı muhammediyye budur demişler ve bunun merkezini vahdet diye isimlendirmişler, bu merkezin tafsilini vahidiyet diye isimlendirmişlerdir.Bu dairenin aslı olan üstteki daire esma sıfat ve şuûnat dairesidir.

[22] Zılal dairesinde seyir henüz seyri ilallahtır. Allahu Tealanın Isim ve sıfatlarında olan seyir ise seyri fillahtır. Zılli asıl ile karıştıranlar seyri ilallahı seyri fillah ile karıştırmışlardır.

     Hakikatı Muhammediye isim, sıfat mertebesinin merkezidir. Ona vahdet, o merkezin tafsilinede vahidiyet denir.

[23]  Zılal dairesinden sonra aslı olan isim ve sıfat dairesi başlar. Daha evvelki velayet tamamlanıp velayeti kübraya başlanmış olur. Bu velayet aslında peygamberlere ait olup onların kamil tâbilerinede bu makamdan nasibler verilir.

[24] Esma sıfat dairesi iki kısım olup alt kısmı Allahın zatından başka isim ve sıfatları içine alır. Bu dairenin üst kısmı Allahu Teâlânın zatıyla alakalı itibarları şanları içine alır. Alemi emir (ruh tarafı) latifeleri manevi yükselişle miracını ism ve sıfatlara kadar ulaştırınca letaif-lerin yükselişleri en son noktaya ulaşır.

[25] Esma sıfat dairesinin üç aslı vardır. Bu üç asıl da aşılırsa sonunda yay şeklinde bir yarım daireye ulaşır.

[26] Yay tabiri kelime yetersizliğinden söylenmiştir. Geride geçen daire, seyir v.s. gibi tabirlerde aynı şekilde kelime darlığından kullanılmışrtır. Zira manevi şeyleri müşahhas misallerle izah etmek her zaman mümkün olmaz. Rumuz ile söylenir tafsilatıyla anlaşılma-sına çalışılır.

[27] Üç asıl dairesi esma sıfatın aslı olup sadece Allahu Teâlânın zatı hakkında itibar edilen şeylerdir. Mesela; ilim sıfatı ayrı bir sıfat olarak esma sıfat dairesinde bulunur. İlmin Allahta bulunması itibarı ile ona ilim şe’ni denir. Bu ilim itibariyle Allahu Teâlâ alîmdir. Diğer sıfatlarda aynı şekildedir.

[28] Nefis mutmainne (Allahın hükmüne razı) olunca bu üç asıl da seyri tamamlar ve velayeti kübrayı bitirir. Evvelki suret hali, hakikata dönüşür. Artık onun imanı ve amelleri hakiki iman ve hakiki salih amel olur. Mutmainne sahibinin göğsü genişlendirilir. Bu durum aslın-da Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) e yapılan muamelenin bir numune-sidir.

[29] İsmi zahir zahirle alakalı olan, ismi batın gizli sırlarla alakalı olan isimdir. Her isim ve sıfatın bir zahiri ve batını vardır.

E-posta Yazdır PDF

Allahu Tealanın Sıfatlarının Kısımları

1. cilt- 294. MEKTUB...

Bil ki vacibul vucud teala ve tekaddesenin hakiki sekiz sıfatı ki evvelkisi hayattır, sonuncusu tekvindir; (Hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret, kelam, tekvin.) bunlar üç kısımdır.

İlk kısmın alemle alakası galibtir, halka nisbeti çoktur, tekvin gibi. Bundan dolayı Ehli Sünnet vel Cemaat'ten bir topluluk bunun mevcudiy-yetini inkar etti. Dediler ki, tekvin izafi sıfatlardandır. Doğrusu tekvin, hakiki olan sıfatlardan olup izafet  kendinde galib olan bir sıfattır.

Diğer bir kısım (sıfatlar), kendisinde izafet vardır, lakin evvelki kısma göre azdır. İlim, kudret, irade, semi', basar, kelam gibi.

Üçüncü kısım, bu üç kısmın en yücesidir. Alemle hiçbir şekilde alakası yoktur. İzafetten hiç bir koku onda yoktur. Hayat (sıffatı) gibi. Bu sıfat, sıfatların en toplayıcısı ve hepsinin aslı ve en önde olanıdır. Buna en yakın olan ilim sıfatıdır ki, Resullerin sonu olan sallallahu aleyhi ve sellem'in mebde-i teayyünüdür. Kalan sıfatlar da diğer mahlukatın mebde-i teayyünleridir.

Vaktaki her bir sıfatın alakaları itibarıyla müteaddit cüzlerle alakası olunca, mesela tekvin sıfatının dağınık alakası itibarıyla cüziyyatı vardır ki bunlar tahlik, terzik, ihya ve imatedir, şu cüzler külliyyatları gibi mahlukatın mebde-i teayyünleri oldular. Her kim ki mebde-i teayyünü küllidir, mebde-i teayyünleri şu küllinin cüzleri olanlar, o şahsa tabi olarak o külli olanın aya ğı altında toplanmışlardır. Bundan dolayı, onları şöyle der işitirsin, 'Filancı, Muhammed Aleyhisselam'ın adımı altındadır. Filancı Musa'nın adımı altında, filancı İsa'nın adımı altındadır. (Üzerlerine salat-selam olsun.)

Sülük yoluyla şu şu cüzler için terakki hasıl olursa, küllilerine (aslı olan sıfata) katılırlar, cüziyyatı müşahedeleri külliyyatı müşahede olur. Aralarındaki fark, asalet ve tebaiyyet olur, arada vasıtanın olması veya olmamasıyla ayrılık olur. Zira tabinin bulduğu ve gördüğü şey, aslın aracılığı olmadan mümkün değildir. Tabi olan çok kere nakıslığından dolayı aslın aracılığını bilmez. Lakin asıl hakikatte tabi ile müşahede ettiği şey arasında engeldir, yoksa onun müşahedesine mani olan engel değildir. Bilakis asıl şuhuda sebebtir. Safi gözlük gibi.

Külliye mensub olan cüzinin, ondan gayrısına çıkıp yükselmesi caiz değildir, yani ondan çıkıp başka bir küllinin altına girmesi ve onun müşahede ettiği, diğer küllinin müşahedesi olması (cazi değil.) Mesela, Musa'nın adımı altında olanların intikal edip İsa'nın adımı altına girmesi gibi. Lakin Muhammed aleyhisselamın adımı altına girmeleri mümkündür, bilakis onlar devamlı olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in adımı altındadır. Zira Muhammed'in Rabbı, bütün rablerin Rabbı'dır. Şu bütün küllilerin aslıdır. Şu cüzlere nisbetle aslın aslı mesabesinde olur. O halde şanki şu yükseliş, aslının aslına olur, kendi aslına zıt olan başka bir asla değil. 

Sayfa 7 - 9

Yasal uyarı : Sitedeki sohbet, yazı ve resimler; üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan ve kaynak göstererek alınabilir.
Üzerinde değişiklik yapılması, ticari amaçla kullanılması hukûken yasaktır.