Yazdır

TASAVVUFUN ÖZÜ

 

خُلاَصَةُ  التَّصَوُّفِ
 
بقلم العبد الفقير لمولاه القدير محمد فوزى ابن محمد شريف الباطومى  
و المجاور فى المدينة المنورة نورها الله الى يوم القيامة بنور حبيبه الكريم آمين 
 
تاريخ الطبع   
 هـ 1370 
مـ 1951 

TASAVVUFUN

 

ÖZÜ

Her şeye kadir olan Mevla’sına, ziyadesiyle muhtaç olan,

Muhammed Fevzi ibni Muhammed Şerif el Batûmî

Medine-i Münevvere’de yaşamıştır.

Allahu teala, Orayı, Habibi’nin s.a.v nuru ile, Kıyamete kadar nurlandırsın…. Âmîn….

TAKDİM

Allahu teala’ya hamd ve Habibi Muhammed’e s.a.v sonsuz salat ve selamlar….

Bu asır, her şeyin inkar edildiği, altüst devrilip yıkıldığı, mevzıların karıştığı, niyetlerin bulanıklaştığı, itikadi ve ameli noktada, son derece çözülmeler meydana geldiği ahır zaman günleridir.

Özellikle inkarcı taifesinin tasavvufu İslam dışı göstermeye çalıştığı şu nazik ortamda, biz tasavvuf ehlinin, bir takım hizmetleri yürütmede, muhalifleri ikna edip susturmada, hiç olmazsa gönüldaşlarımıza takviye olmada, bir iki şey yapmaya gayret etmekteyiz.

Muhaliflere bazı cevabları vermekte birkaç çalışmamız olmuş-tu, fakat elde mazbut makbul bir eserimizin bulunmasını düşünüyordum. Bu sıra kütüphanemde, Arapça matbu –Hulasatut Tasavvuf- isimli bir eser gözüme çarptı. Biraz ilgilenince, aynı meşrebten olduğumuzu, net ve ikna edici bir uslupla yazılmış olduğunu gördüm.

Bu eseri tercüme edip bazı ilavelerle siz kardeşlerimize takdim etmeyi arzuladım. Allahu tealaya güvenip, Habibi s.a.v ve dostlarının bereketiyle işe koyuldum.

Sadece kalbi selimin fayda verdiği günde, müellifine, bize ve istifade edenlere faideli olması dileğiyle……

بسم الله  الرحمن الرحيم

Allah’a hamd olsun, kullarından dilediğini rahmetine tahsis etmiştir.

Fazlından ve rüşdünden dilediğini ihtiyar edip seçmiştir.

Salat selam, varlığı feyzi ve imdadıyla umumi olan zat üzerine olsun; yolu ikame edip dosdoğru yapan âline ve ashabına da olsun.

Bundan sonra; aciz kul Muhammed Fevzi derki; bazı dostlarım benden tasavvuf hakkında kısa bir risale yazmamı taleb edince, Allahu tealaya istihare yaptıktan ve Ondan, gayeme ulaşmakta yardım taleb ettikten sonra istenilene icabet ettim; halbu ki şu ilimde sermayem çok azdır.

Allahu tealanın yüce olan fazlından istiane ederek ve umumi lutfundan imdat dileyerek başladım.

Onu, on dokuz fasıl ve bir hatime olarak tertib ettim.

İlk fasıl: Tasavvufun beyanı ve bu şekilde isimlendirilmesinin vechi hakkındadır.

Bilki, tasavvufun bu şekilde isimlendiril mesi hakkında çok söz vardır. En sahih olanı şudur ki, onlar tasavvuf ehlini bu şekilde isimlendirmeleri, batınlarının mari-fet ve tevhid nuru ile nurlandığı içindir.

Veya onlar, tecritte ashabı soffeye mensub oldukları içindir.

Bu topluluğun ıstılahında tasavvuf, ilahi ahlakla ahlaklanmak, kulluk sıfatla-rıyla vasıflanmaktır.

<<

İmam Gazali –el Munkızu mine-d Dalal sahf: 30 – 31 de  şöyle diyor:

Sovf kelimesinden geldiğini iddia edenlere göre tasavvuf, yün giyindiği zaman denir, bu da bir izahtır, fakat bu topluluk yün giyinmeye tah-sis edilmemişlerdir.

Bunlar Muhammed’in s.a.v mescidinin suffa sına mensubturlar, diyenlere gelince, suffaya mensub olmak, sarf itibarıyla sofiy üzere gel-mez.

Bazıları da sâfi lafzındadır derler. Sofi lafzı-nın bundan türetilmesi, lügat itibarıyla uzaktır.

Bazıları da saff kelimesinden türemiştir der, sanki onlar kalbleriyle ilk saftadırlar, manen ilahi huzurdadırlar der. Bu, mana itibarıyla sahihtir, ama lügat manası, mananın ilk saff mensubu olmasını gerektirmez.

Kuşeyri risalesi sahibi, bütün bu görüşleri eleştirir; bu durumda tasavvuf kelimesinin iştika-kını kabul etmez.

Şöyle der: Bu lafız –tasavvuf- şu taife üzerine çok kullanımla, artık isim olmuştur. Sofi kişi, sofi cemaat şeklinde kullanıldı. Bunlara tabi olanlara da, mutasavvıf kişi denir.

Bu lafız için Arapçada iştikak yoktur, açık olan bu lafız –tasavvuf-, bu topluluğa lakap gibi olmuştur. (El munkızu mined dalal –İmam Gazali r.a. tahkik: D. Abdul halim Mahmud sahf:31)

Asıl itibarıyla tasavvuf:

Tezkiyettün nefistir, bu da bir çok ayetle emredilen bir husustur, bu genel manaya itibarla tasavvuf/nefsi tezkiye etmek/nefsi arındırmak, her Müslüman üzerine gerekli olan bir yükümlülüktür.

“Muhakkak nefsini tezkiye eden felah buldu” (A’la suresi 14)

“Muhakkak onu/nefsini arındıran felah buldu.” (Şems:10)

Bu ve benzeri emirlerle, bütün Müslüman-ların nefis terbiyesi ile uğraşması, sonunda nefsi mutmeinne olarak rabbisine razı olup dön-mesi lazım gelen en mühim bir vazifedir. >>>

Bilki tasavvuf kelimesinde dört harf vardır. Tâ, sâd, vav ve fâ.

harfi, tevbeden gelir, tevbe iki şekildedir.

Evvelkisi: Zahirin tevbesidir. Zahiri azaları-nın tamamıyla, günahlar ve kötü ahlaklardan, taate dönmektir.

İkincisi: Batının tevbesidir. Bütün Batıni hallerindeki batıni muhalefetlerden, kalbi tasfi-ye/tertemiz ederek, muvafakatlara dönmektir.

Kötü ahlakların, övülen ahlaklara dönüşmesi tamam olunca, muhakkak, tâ (tevbe) makamı tamam olmuştur.

Sâd harfi, safâdan gelir. Safâ da iki şekil-dedir. Kalbin safâsı ve sırrın safâsı.

Kalbin safâsı, kalbini, beşeri bulanıklıklar-dan temizlemesidir.

Mesela: Helal, haram ve şüpheli şeylerden çok milktarda yemek ve içmekle, kalbte hasıl olan gaflet sebebiyle, kalbte zulmet hasıl olur.

Çok konuşmak, çok uyumak ve dünyalık şeyleri çok düşünmekten dolayı kalbte zulmetin hasıl olması gibi.

Kalbin, şu bulanıklıklardan tasfiyesi/arındırıl-ması, ancak huzur üzere Allahın zikrine yapış-makla hasıl olabilir. Allahu teala’nın buyurduğu gibi:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredilince, kalbleri ürperir.”

Yani, kalbleri haşyete/korkuya kapılır. Kalbin haşyeti/huşu üzere olması ancak, kalbin gaflet uykusundan uyanması ve tasfiye edilmesiyle mümkün olur.

Sırrın safâsı, Allahın gayrısı olan şeyleri düşünmek ve sevmekten, Allahın isimlerini, sır lisanı ile sırren/gizlice mülazemet etmektir. Bu sıfat hasıl olunca, sâd makamı da tamam olur.

Vav harfi,  velayettendir. Tasfiye/arınmak üzerine teretüb eder.

Velayetin neticesi, velinin, Allahın ahlakıyla ahlaklanmasıdır. Beşeri sıfatlardan kurtulduktan sonra, Allahu tealanın sıfatları ile süslenmesidir. Hadisi kudside Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Kulumu sevdiğim zaman, onun için sem’ / kulak olurum, basar/göz, el, lisan olu-rum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar.” (Buhari)

Allahın gayrısından temizlenip arınmak hasıl olunca, vav makamı hasıl olur.

makamı, Allahın gayrısından (kurtulup) Allah’ta fani olmaktır. Beşeri sıfatlar yok olunca, Allahu tealanın sıfatları baki kalır. Bu durumda, fani kul, baki olan Rabbisiyle ve rızasıyla birlikte olur. Razı olunan kul, Razı olan (Rabbiyle) beraber olur.

Ameli salihin neticesi, manaların çocuğu diye isimlendirilen insanın hakikatının, celve-ti/aşikâre olmasıdır. Alahu tealanın buyurduğu gibi:

“Ona, temiz kelimeler yükselir. Ameli salihi de yükseltir.” (Fatır: 10)

Hangi amel ki, başkasının onda ortaklığı varsa, o amel, sahibi gibi yok olucudur.

Onda fani olma hali tamam olunca, kurbet aleminde (ahırette) beka hasıl olur. Allahu teala nın buyurduğu gibi:

“Muhakkak muttekiler, cenetler ve nehir-lerdedir. Muktedir olan Melik’in, sıdk mecli-sinde.” (Kamer: 55)

Evvela bilki, hakiki mürşid, hidayet edici, muvaffak edici, irade edici ve halık olan sadece Allahu tealadır. Hiçbir ortağı yoktur.

Nebiler ve Resuller, kitablar, alimler ve meşayıhın tamamı, sebeblerdir. Sebeb-lerin müsebbibi ve yaratanı da, Allahu tealadır. Her şey, O’nun iradesi ve yarat-masıyladır.

Akıllı, buluğa ermiş kul, O’nun emir-lerini eda etmekle ve yasaklarından sakın makla, takatı dahilinde mükelleftir. Alahu tealanın buyurduğu gibi:

“Allah, hiçbir nefsi, takatında olma yan şeyle mükelef kılmaz.”

Teklifin dayanağı, akıldır. Bundan dola yı deliler, mükellef değildir. Aynı şekilde çocuklar da, buluğdan evvel, akılları noksan olduğu için mükellef değillerdir.

Akıl, kalbte olan bir nurdur ki, kötü ahlaklarla örtünmemişse veya nefis ve heva ile mağlub edilmemişse, hakkı ve batılı (o nur sebebiyle) bilir.

Hakim, Kur’andır. Yani şeriattır.

Akıl, alimlerin ve meşayıhın talimi ile, şeriatı idrak için alettir. İkisi arasında umum husus vardır. Mesela: Bütün şeyhler alimdir, bütün alimler hakikatte şeyh değildir.

Zira alim, şayet amil ve muhlis ise, şeyh ve mürşittir. Amil değilse veya muhlis değilse, alimdir ama şeyh ve mürşid değildir.

Bilki, şeriatın üç cüzü vardır. İlim, amel, ihlas.

Şu üç cüzle tahakkuk etmedikçe, şeriat tahakkuk etmez.

Şeriat gerçekleşince, aziz ve yüce olan Allahın rızası da tahakkuk eder. O’nun rızası, dini ve dünyevi bütün saadetlerden yücedir. Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Allah’tan azbir rıza, herşeyden büyüktür.”

Şeriat, bütün saadetleri tekeffül edici-dir. Şeriatın ötesinde, ihtiyaç duyulan bir taleb kalmamıştır.

Tarikat ve hakikat ki, bu ikisiyle sofiye mümtaz olmuşlardır, bu ikisi de şeriata, üçüncü cüz olan ihlası tamamlamakta hizmetçidirler.

Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Ancak dini sırf Allaha halis kıla-rak ibadet etmekle emrolunmuşlar-dı.”

Bunlardan her birini elde etmektem maksad, şeriatı kemale erdirmektir, şeri-atın ötesinde başka bir iş değildir.

Seyri sülükten maksad, ihlas maka-mını hasıl etmektir ki, onun da husulü ancak, âfâki ve enfusî ilahların yok olma-sına bağlıdır. Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Hevasını ilah edineni görmedin mi!”

Şu ihlas, şeriatın cüzlerinden bir cüz-dür. İşin hakikatı işte budur. Lakin, herke sin Fehmi bunu idrak edemez. Mektubatı Rabbani’de –k.s. olduğu gibi.

“Ey Rabbimiz! Hidayet ettikten son ra kalblerimizi kaydırma. Tarafından bize rah-met hibe eyle, muhakkak sen, karşılıksız hibe edensin.”


İkinci Fasıl:

Tarikatın usulleri ve şartları hakkındadır.

Bil ki, meramın en son noktasına ulaşmak için, tarikatta bir takım şartlar ve asıllar vardır.

Şartları dört tanedir.

Evvelkisi, itikadları, Maturidi ve Eş’ari esaslarına göre tashih etmektir.

İkincisi, Nasuh tevbedir.

Bu, masıyetlerin tamamından, zahiren ve batınen uzaklaşıp, Allaha dönmektir.

Üçüncüsü, Nebevi sünnet ile ameldir, şeri-atın bütün hükümlerine yapışmak ve tertemiz dinini edebleri ile edeblenmektir.

Bu ise, büyük mezheb imamlarından birinin mezhebine tabi olmak, bu mezheb te ihtiyatlı olanı almak ve itimad edilen fetva ile amel etmektir.

Dördüncüsü, dinde bid’atlerden sakın maktır. Yani, sapık fırkalardan birinin, itikatlar-da, fiiller ve amellerde icat ettiği şeylerden uzak durmak. Bunları, dört büyük mezheb imamın-dan hiç biri takrir etmemiştir. Bu husus, hadisi şerifte şöyle geldiği gibi:

“Muhakkak sözlerin en güzeli, aziz ve yüce olan Allahın kelamıdır. Hidayetin en efdali, Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in hidayetidir.

İşlerin en şerlisi, icat edilenleridir. Her ihdas edilen (sonradan icad edilen) şey bid’attır, her bid’at dalalettir…” (Beyhaki)

Asıllara gelince; bunlar da haddi zatında dört tanedir.

Tevhid, marifet, mahabbet, Allahın kazasına rıza ile beraber ubudiyet.

Allahu tealanın, hadisi kudside buyur-duğu gibi:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinme mi sevdim de bilinmem için halkı ya-rattım.” (Mirkatul Mefatih)

Başka bir rivayette: Beni bilsinler için.

Kur’anda:

“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler için yarattım.”

Yani, beni bilsinler ve beni tevhidle-sinler için.

Hadisi şerif ve ayetten bilindi ki, yara-tılmadan maksad, marifet, mahabbet, tevhid, kaza ve kadere rıza ile birlikte ubudiyettir.

Mü’min, ancak şu dört şeyle kamil bir mü’min olabilir. İki cihanda kişi, ancak şu dört şeyle felah bulabilir.

Amellerin en efdali, mahabbetullah tır. Umud ve korku ondandır. Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdu:

“Yaşadığınız gibi ölürsünüz, öldü-ğünüz gibi haşrolunursunuz.”

Kul Allah ve Resulünün aşkıyla yaşarsa, bunun üzerine vefat ederse, ahırette necat bulur, değilse necat bulamaz.

Herkim, emirlerine ve yasaklarına mu-halefet ettiği halde Allah ve Resulünü sevdiğini iddia etse, bu kişi yalancı ve aldanmıştır. Zira seven, sevdiğine itaat eder.

İshak ibni Bişr’den, Cafer ibni Muhammed Sadık, babasından o da Ceddinden, o da Ali ibni Ebi Talib’ten r. Anhum dan; şöyle dedi: Şu, Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in, Rabbisinden miraç gecesi istediği şeydir. Şöyle dedi:

Dedim ki: Ya Rabbi! Hangi amel daha faziletlidir ?

Allahu azze ve Celle buyurdu:

Ya Ahmed! Benim yanımda, bana tevekkülden ve taksimime razı olmak tan daha efdal bir şey yoktur.

Buyurdu:

Ya Ahmed! Benim uğrumda birbi-rini sevenlere, mahabbetim vacib ol-du. Benim uğrumda bağlantıyı kesen-lere mahabbetim vacib oldu.

Benim uğrumda bağları ekleyen-lere mahabbetim vacib oldu. Bana tevekkül edenlere mahabbetim vacib oldu.

Mahabbetimin alameti yoktur, ga-yesi (sonu) ve nihayeti yoktur.

Bilki alemler dört türlüdür.

Mülk alemi, Melekut alemi, ceberut alemi, Lahut alemi.

Mülk alemi:

Buna, alemi nasut denir. Bu, dünya ve içindekiler, cesedle alakalı hususlardır. Zira cesed, müşahede alemindendir. Buna nasut denmesi, hislerin bunlarla alakalan-ması itibarıyla ve bunların tebdil ile tağyiri kabul eder olmasıyladır.

Tasavvuf ehline göre, dünya seması, yıldızlar, güneş ve ay, dünyadandır.

Alemi Melekut:

Semalar ve içlerinde bulunanlar ve Kalble alakalı şeylerdir. Zira bunlar, bize nisbetle gayb alemindendir. Bunlara nur alemi ve mele–i a’la (yüce melekler alemi) de denir.

Alemi Ceberut:

Ruhlar alemi, ilahi esma ve sıfatlar alemi ile, latifelerden ruh ile alakalı olan-lardır.

Alemi Lahut:

Bu, Arşın ötesidir. Buna, hala ve mela değildir denir. Latifelerden sır ile alaklıdır.

Aynı şekilde ruhlar da dört türlüdür.

Cismani ruh, Seyrani ruh, sultani ruh ve kudsi ruh.

İnsan ruhundan gayrısı yok our devam etmez.

İnsani izafi ruh, ebediyen yok olmaz. Zira yaratılışta aslidir. Ve alemi emirdendir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem buna işaret etmiştir:

“Ebed için yaratıldınız.”

Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Bir fırka cennete, bir fırka cehen-neme.”

Muhakkak cennet ve cehennem yok olmazlar, içlerinde bulunanlar da aynı şekildedir. Emali metninde dendiği gibi:

Cehim ve cinan yok olmaz;

Ehileri de, intikal etmez.

(Yani: Cennet ve cehennem ebedidir. İçinde olanlar da yok olmazlar.)

Yüce olan ruhun, şu düşük aleme inmesi, iksiri (ilaç gibi) olan marifetleri tahsil içindir. Allahu tealanın buyurduğu gibi: “Muhakkak biz, insanı en güzel bir kıvamda yarattık. Sonra onu, esfeli safiline indirdik.” (Tin: 4-5)

Allahu teala, kudsi ruhu, alemi lâhutta yaratınca; onun için kalb ve kalıb vasıta-sıyla, yakınlığını için onu esfeli safiline (dünyaya) indirmeyi murad edence, evve-la onu ceberut alemine çevirdi. İndikten sonra cesede ekmesi için, onunla beraber tevhid tohumunu da indirdi.

Kalb parçasında, tevhid ağacı bitti. Yakınlık ve rıza meyvesini verdi.

Nuraniyyetinden, şu aleme kondu. Ondan ceberut elbisesini giyindi.

Sonra onu melekut alemine geri dön-dürdü. Ondan melekutiyyet elbisesini gi-yindi. Sonra onu mülk alemine geri dön-dürdü, unsur elbisesini giyindi ki, onunla mülk alemi yanmasın.

Ruhun cesedle imtizacı ve izdivacı ile, iki evlad hasıl oldu. Birisi erkektir ki, o, aklı meattır. Bu, ruhun veziridir.

Diğer evladı dişidir ki, o da meaş aklıdır. Bu da nefsin veziridir.

Bunlardan her biri için ordular vardır. Aralarında devamlı olarak cihad vardır. Hüküm, galib olanındır.

Ruh veziri galib olunca, insan saadet sebeblerini tahsil ettiğinden said olur.

Nefsin veziri galib olunca, şekavet sebeblerini tahsil ettiğinden insan şaki olur. Bundan Allaha sığınırız.

Ruh, alemi lâhutta zahir olması itiba-rıyla, kudsi ruh diye isimlendirilir.

Ceberut kisvesine bürünmesi itibarıyla da sultani ruh diye isimlendirilir.

Melekiyyet kisvesi itibarıyla cismani ruh diye isimlendirilir.

Ruh tan her biri için, cesette bir mevzı verilmiştir.

Cismani ruhun mevzısı, et ile kan arasıdır.

Ruhaninin mevzısı kalbtir.

Sultaninin mevzısı ise gönüldür.

Kudsinin mevzısı sırdır.

Ruhunu, gıdasını artırarak, kemale erdirip kuvvetlendirene müjdeler olsun. Ruhunu terbiye edip nefsinin gıdasını azalttı.

Zira ruhun gıdası ibadet ve taatlerdir. Zikir, Kur’an okumak ve diğer salih amel-ler gibi.

Nefsin gıdası iki türlüdür:

Evvelkisi maddi olur, yemek içmek gibi.

İkincisi, maddi olmaz. Büyük ve küçük günahlardan olan her türlü masıyet ve kötü şeylerdir.

Allahu tealadan, büyük fazlı ile, bizleri korumasını ve mağfiret et-mesini isteriz.

ÜÇÜNCÜ FASIL, NEFSİ TANIMAK

HAKKINDADIR.

Bilki, nefsi bilmek, hile ve tuzağını tanımak mutlaka lazımdır. Hadisi şerifte gerldiği gibi:

“Rabbisini en iyi bileniniz, nefsini en iyi tanıyanınızdır.” (Ruhul Beyan Tefsiri: 4/306)

Hadisi kudside şöyle geldi:

“Ey Âdemoğlu! Kim nefsini tanırsa, beni tanır. Beni tanıyan, beni taleb eder. Beni taleb eden, beni bulur. Beni bulan, temenni ettiğinin üzerinde bütün arzusuna nail olur. Benim üzerime gayrısını tercih etme.”

Salik için, zahiri ve Batıni düşmanlarla cihad etmek lazımdır. Çünkü mü’min, dör türlü düşmandan kurtulmuş olmaz.

Bunlar, nefis, şeytan, münafık ve kafirdir.

İkisi Batıni, ikisi zahiridir.  Düşmanların en şiddetlisi nefistir. Hadisi şerifte geldiği gibi:

“Senini düşmanlarının en şiddetlisi, iki yanında olan nefsindir.

Onunla cihad, devamlıdır, çok zor ve çok büyüktür. Hadisi şerifte geldiği gibi:

“Küçük cihattan büyük cihada dön dük.”

Ayrıca kafirlerle olan cihat vakitlidir, zarar bakımından daha azdır, menfaat ba-kımından büyüktür. Zira düşmanı öldürse gazi olur, mükafat kazanır. Şayet kendisi öldürülürse şehid olur, Allah katında, ebedi hayatla diri olur, said ve merzuk olur.

Nefisle cihat süreklidir, ömür boyunca devam eder, nefsin tuzağı, hilesi ve desiseleri çoktur. Üstelik gizlidir. Şeytan onun yardımcısıdır, meylettiği ve arzu ettiği şey leri ona süsler.

Kim hevasına tabi olursa, helak olur. Kim ona muhalefet ederse, muhakkak kurtulur ve necat bulur. Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Nefsini temizleyen muhakkak felah buldu.”

Denildi ki: Nefsinin kölesi, (efendinin) kölesinden daha zelildir.

Allahu teala buyurdu:

“İmdi, kim azar da dünya hayatını tercih ederse, muhakkak cehennem onun barınağıdır.

Her kim de, Rabbisinin makamın-dan korkar da nefsini hevasından men ederse, muhakkak cennet onun barınağıdır.”

Zehirin neticesi kişiyi öldürür. Nefsin zehiri, kuvveti gereğince, bir çok ölümlere ve ziyanlara götürür.

Hilesi tilki gibidir. Sihri Harut ve Marut’ un sihrinden daha tesirlidir.

Nefis, takva kişiden sürekli çalar, taki ona ucub kapısını açar da, Allahu teala muhafaza etmezse, onu helak eder.

Sen onu Allahu tealaya ibadetle meş-gul etmezsen, o seni zulum ve cehaletle, Allaha asi olmakla meşgul eder.

Şöyle geldi: “Meşgale olarak ibadet kafidir.”

Denildi ki: Nimetlerin en büyüğü, nefis ten kurtulmak çıkmaktır, zira o, seninle Allahu teala arasında, en büyük perdedir.

Ata-ullah İskenderi Hıkem’de demiştir:

Bütün masıyet, gaflet ve şehvetlerin aslı, nefse rızadır.

Bütün taatlerin, uyanıklığın ve iffetin aslı, nefsine razı olmamandır.

Yani, nefse rıza, mezmum sıfatların as lıdır. Nefse razı olmamak, övülen sıfatların aslıdır.

Şöyle demiştir: Nefsine razı olmayan cahille arkadaş olman, nefsine razı olan alimle arkadaş olmandan daha hayırlıdır.

Alimin hangi ilmi, nefsinden razı olur. Cahilin hangi cehli, nefsinden razı olmaz.

Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdu:

“İnsanları yenen, şiddetli güreşçi değildir, şiddetli olan nefsine gazab anında malik olandır.”

Bu yüzden tarikat imamları, evvela müridi, nefis mücahedesiyle, hevasına mu halif olan riyazatlar ile, alışkanlıklarını ve şehvetlerini kesmekle ile meşgul etmişler, ondan ve hilesinden sakınmak ile emret-mişler, nefis muhasebesine yapışmakla emretmişlerdir.

Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in buyur-duğu gibi:

“Hesaba çekilmeden evvel nefis-lerinizi muhasebe edin.”

Beyitte kişinin ve nefsinin hali beyan edildi. İnsan çobandır, nefsi güdülen hay-vandır. Nefis mutlak zikredilince ondan, kötülüğü emreden nefsi emare kasdedilir. Bu sanki bağlanmamış salıverilmiş bir at gibidir. Şayet onu, işlerinde riayet ve dikkatle, şeriat yularıyla gemlersen, şerrin den, zararından ve seni helake atıp yok etmesinden emin olursun.

Bilki ey salik! Sen nefsine karşı ceb-bar, kahhar ve haddi aşıcı olma; zira senin fazlık (kıymetin), şerefin, zevkin nef sin sebebiyledir.

O halde sana lazım gelen, onu kademe kademe terbiye etmendir.

Hadisi şerifte geldiği gibi:

“Nefsin bineğindir, ona yumuşak-lıkla muamele et.”

Yani tamamen gıdasını kesme, yoksa yolunda oturur.

Bilki, Allahu teala ruh sahiblerini üç kısım yarattı.

Evvelkisi:

Akıl verilen, nefis verilmeyen ruh.

Bunlar meleklerdir, yemezler, içmez-ler, gece gündüz yorulmadan Allahu teala yı tesbih ederler.

“Kendilerine emredilen şeyde Alla-ha asi olmazlar. Emredileni yaparlar.”

İkincisi:

Kendisi için nefis verilen, akıl verilme-yen ruh. Bunlar diğer hayvanattır. Bunların halleri, herkese malumdur.

Üçüncüsü:

Kendisi için akıl ve nefis verilen ruh.

Bunlar, insanlar ve cinlerdir.

Bunları, nefse muhalefetle ve akla tabi olarak, kendine kullukla mükellef kıldı..

Nefisle mücahede etmekle, mücahid olur, meleklerden efdal olur.

Nefsine itaat etmekle hayvan gibi olur, belki onlardan daha sapık olur.

Ey kardeşim! Biz ruhun hakikatını tam bilemediğimiz gibi, nefsin de hakikatını bilemiyoruz; ancak Allahu tealanın bize bil dirdiği kadarını biliriz.

Muhakkak Allahu teala kitabında nefsi mücmel ve tafsilli olarak zikretmiştir. Şu kavli ile mücmel olarak nefsi zikretmiştir:

“Nefse ve onu düzenleyene de….”

Yani, yaratılışını adaletli yaptı, azala-rını tesviye etti. Bu mana, nefisten cesed kasdedilirsedir.

Eğer onunla, cesetle kaim olan mana kasdedilirse, o zaman tesviye etti lafzının manası, ona çok kuvvetler verdi, demek olur. Mesela: işitme kuvveti, görme kuv-veti. Tahayyul, tefekkür, hıfz kuvveti ve benzerleri gibi, zahiri ve Batıni kuvvetler.

Nefsin vasfını şu kavli ile mutlak yaptı:

“Ona fucurunu ve takvasını ilham etti.”

İbni Abbas r. anhuma derki: ona hayrı ve şerri beyan etti, taatı ve masıyeti ona öğretti.

Durumunu, kayıtlı olarak sıfatlarıyla beyan etti.

Bazı kere emare diye, bazen levvame diye, bazen mülhime,

bazen mutmeinne, bazen razıye, bazen merzıyye,

bazen mes’ule, bazen mutavvaa,

bazen safiye, bazen kamile diye

bunların hepsi de aynı manaya döner.

Onun için böyle isimlerin olması, nevileşmesi ve tavırlı olması hasebincedir.

Onu bilmek (tanımak), dört delille vacibtir.

Onun bilmeyenin, onunla cihad etmesi imkansızdır. Zira onu (nefsi) bilmek, Allahu tealayı bilmenin kapısıdır.

Bu yüzden şöyle geldi:

“Nefsini bilen, muhakkak rabbisini bilir.”

Allahı bilmemek haramdır, Allahı bil-mek vacibtir. Aynı şekilde nefis ve ona bağlı olan şeyleri de bilmek farzdır, farzdır. Bu yüzden nefsi tanımak, Rabbi tanı-mak gibi farzı ayındır. Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Bizim uğrumuzda cihad edenler…”

Bizi bilmekte, bize kullukta, rızamızda.

“elbette onları yollarımıza ulaştıra cağız.”

Marifetimize ve rızamıza ulaştıran yola...

Mücahede lügatta; mutlak olarak mu-harebedir.

Şeriatta mücahede: Kötülüğü emreden nefisle, üzerine zor gelen şeyi ona yükle-yerek matlubu elde etmek için muharebe etmektir. Şöyle dendiği gibi:

Nefisle mücahedenin başı ve dayanağı, alıştığı şeyleri kesmek, bütün vakitlerde hevasının hılafına onu hamletmektir.

Hadisi şerifte:

“Düşmanlarınızla mücahede ettiği-niz gibi hevalarınızla da cihad edin.”

Mürid için layık olan, yeni hallerinde iken mücahede sahibi olmalı ki, son halle-rinde iken, müşahede makamı ile nimetle nici olsun, zira başlangıçlar, nihayetlerin ciltleridir.

Kimin başlangıcı nurlu olursa, nihayeti de nurlu olur. Allahu tealanın buyurduğu gibi:

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza ulaştıracağız.”

Derler ki nefsin hakikatı, şu kalıba konan bir cevherdir. Merkezi kalbtir.

Nefis, kötü ahlakların mahallidir, kötü-lüğü emredicidir, zalimdir, hidayetten dön müştür. İnsan uzuvlarından her bir uzuv-da mevcud olur ve hazlanır.

Ruhun hakikatı, latiftir, nurludur, kalbe konmuştur, övülen ahlakların mahallidir.

İnsan ruhu, emir alemindendir. Hıkmet (mantık) ehline göre nefsi natıkadır.

Ehli hak (ehli sünnete) göre ruh, nura-ni bir cevherdir, ruhani bir hakikattır, bizatihi bilicidir, rabbinin sıfatlarını ve bütün mücerredatı idrak edicidir.

Zira Allahu teala, Zat’ı, sıfatları ve es-masıyla ona tecelli etmiştir. Allahu teala, şu nuru (ruhu), Zat ve sıfatlarına tam mazhar yaptı. Merkezi kalbtir.

Ancak şu cismani bedenin ve zulmani heykelin bulanması ve kararması, kendin-de muhtelif kuvvetler ve değişik hassalar olmasındandır. Şu kuvvetler ve hisler, zatını ilmekten onu gafil bırakır, Rabbisini müşahededen onu kör eder.

Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in bu-yurduğu gibi:

“Şayet şeytanlar, Âdemoğlunun kalblerini kuşatmasaydı, elbette (Âde moğulları) semavatın melekutuna ba-karlardı.”

Şayet şehvet ve gazab olmasaydı, elbette nefis için, ruhani mücerredata[1] muttali olmak kolay olurdu.

Şayet tefekkür ve tahayyül kuvveti şeytani olmasaydı, elbette nefis kendini ve rabbisini bilirdi. Zatını bilir, asli olan safiliğini ve ruhani alemini mülahaza eder di.

Bilki kim, zahiri beş hassasına malik değilse, nefsine malik olamaz. Ona malik olması da ancak kalbine malik olmasıyla-dır. Zira kalb, zahiri ve Batıni beş hassa-nın sultanıdır.

Nefsin ilmi kemalatlara perde olması, ancak onun, bedeni işlerle ve unsuri kuvvetlerle meşgul olması sebebiyledir.

Bu durumda, nefsini bilmeyi ve Rabbi-sinin nurlarını müşahede etmeyi murad eden için, nefsini bedeni kuvvetlerden ve cismani hislerle kayıtlanmaktan arındır-ması matlaka lazımdır.

Şöyleki, ibadetlerle nefsine lutfeder, cismini riyazatlarla hafiflendirir.

Az yemekle, az uyumakla, az konuş-makla, uzletle, nefis ve hevasına muhale-fetle cihad etmekle.

Dünyevi meşgaleleri terk ederek. Zira bunların hasılı, kederin çokluğudur. Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellemin buyurduğu gibi:

“Muhakkak hikmet semadan iner, yarının kederi bulunan kalbe girmez.”



[1] Mücerredat: Maddeden soyulmuş manevi şeyler.