.

.

E-posta Yazdır PDF

Tarikat - Allaha Giden Hususi Yol- 3. Bölüm

       Bilinmesi lazım olan şeydendir ki, geride zikri geçen şu yükseliş, istidâdı tam olan Muhammedi meşrebe mahsustur, onun için alemi emirde küçüğü olsun büyüğü olsun beş cevherin kemalatından olgun bir nasib vardır. Aynı şekilde onun için şu beş şeyin asıllarından bol nasib vardır. Yani vacib Teala’nın isimlerinin zıllerinden. Aynı şekilde o zıllerin asılların-dan da nasibi vardır. İsim ve sıfatların makamını kast ediyorum. 

       İstidadı tam olan dedim; zira çok kere zahirde Muhammedi meşreb olur ve onun için alemi emrin mertebelerinin nihayeti olan ehfa kemalatından nasib olur, fakat ehfa muamelesini tamamlayamaz ve son noktaya ulaşamaz, belki başında veya ortasında kalır. Ehfada onun için kusur olunca aynı şekilde onun asıllarında da o miktarca onun için noksanlık olur. Muamelesinin tamamlamaya imkan bulamaz. Alemi emirden olan geri kalan dört latifenin de hükmü aynı şekildedir. Şöyleki her mertebe de tam istidat, o mertebeden olan son noktaya ulaşmaya bağlanmıştır. Başta veya ortada durmak noksandan haber verir. İsterse nihayete ulaşmakta olan bu noksanlık kıl miktarda olsun.

       Şiir:

       Herne kadar az olsa da sevgililinin ayrılığı az değildir, yarım kıl gözde zarar vericidir.

       Şu noksanlık asıllara ve asılların asıllarına sirayet eder. Ve matlaba (Mevla’ya)ulaşmaktan mani olucu olur. Şu yükseliş Muhammedi meşreb olana mahsus demiştim, çünkü Muhammedi meşreb olmayanın kemali velayet derece-lerinden ilk derece üzere ait kalır. Evvelki derceden murad kalb mertebesidir. Onlardan bazısının kemali velayet derecelerinden ikincisi olan ruh makamına ait kalır. Onlardan bazısının kemalinin nihayet yükselişi üçüncü dereceye olur yani sır makamına. Onlardan bazısının kemalinin nihayet yükselişi dördüncü dereceye kadar olur. Hafi makamını kast ediyorum.

       Evvelki derece için fiil sıfatlarının tecellisi ile münasebet vardır. İkinci derce için sıfatı sübütiyyenin tecellisi ile münasebet vardır. Üçüncü dere-ce için zati şanlar ve itibarların tecellisi ile münasebet vardır, dördüncü derece için takdis ve tenzih makamı ile münasebet vardır.

       Velayet derecelerinden olan her bir derece, ulul azim olan peygam-berlerden bir peygamberin adımı altındadır. Bu derecelerden evvelkisi Adem aleyhisselamın adımı altındadır. Peygamberimiz ve onun üzerine salat ve selam olsun. Onun Rabbi, fiillerin sudur menşe-i olan tekvin sıfatı dır. İkinci derece İbrahim Aleyhisselamın adımı altındadır, bu makamda ona Nuh aleyhisselam ortak olur. Her ikisinin rabbi zati sıfatları cem eden ilim sıfatıdır.

Üçüncü derece Musa Aleyhisselamın adımı altındadır onun rabbisi şuunat makamlarından kelam şe’nidir. Dördüncü derece İsa aleyhis-selamın adımı altındadır. Onun Rabbi sıfatı selbiyedendir, sıfatı sübütiyeden değil. Çünkü onlar (selbiye sıfatları) takdis ve tenzih makamıdır. Mela -i-keyi kiramın ekserisi şu makamda, İsa aleyhisselama ortaktır. (Peygam-berimizin ve onların üzerine salat ve selam olsun) Büyük şan, onlar için şu makamda hasıldır.

       Beşinci derece peygamberlerin sonuncusu Muhammed Aleyhisse-lamın adımım altındadır, onun ve diğerlerinin üzerine salt ve selam olsun. Onu rabbi bütün tenzih, takdis, şuunat ve sıfatları cem edici olan rablerin Rabbisidir, şu kemalatların dairesinin merkezidir. Sıfat ve şanlar mertebe-sinde şu toplayıcı olan şandan, ilim şanı diye tabir etmek münasibdir. Çünkü şu şan, bütün kemaltları cem eden büyük bir şan olduğu için. Şu münasebet sebebiyle peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem’in dini, İbrahim aleyhis-selamın dini oldu ve kıblesi onun kıblesi oldu.

       Bilinmesi lazım gelirki, velayette adımların üstün olması, derecelerin öne almak ve geri bırakmak itibarı ile değildir ki, ehfa sahibi diğerinden üstün olsun. Diğerleri de bu kaide üzeredir. Belki asla olan yakınlık veya uzaklık itibarı iledir ve zılal derecelerinin menzillerini çokluk ve azlık bakı-mından dürmek itibarıyladır.[1]

Buna binaen, asla olan yakınlığı itibarı ile kalb sahibinin, kendisi için asla (Mevla’ya) yakınlığı hasıl olmayan ehfa sahibinden daha faziletli olması caizdir. Nasıl olmasın ki valeyet derecelerinden en son derece de olan peygamber, velayeti en üst derecede olan velinin velayetinden kesin-likle efdaldir (çünkü peygamber, Mevla’ya daha yakındır)

       Gizli kalmasın ki zikredilen sıra üzere latifelerin seyri sülükü, –kalbten ruha-ruhtan sırra-sırdan hafiye-hafiden ehfaya olan intikali kast ediyorum- aynı şekilde Muhammedi meşreb olana mahsustur. Zira o, alemi emirden olan şu beş latifenin seyrini tertib ile tamamlar, sonra bunların asıllarında seyreder ve seyri sülükünü bu sırayı gözeterek asılların asılların da seyir den sonra tamamlar. Zikr edilen şu sıra üzere olan bu yol, Mevla’ya ulaş-mak için sultani yoldur, Zati Ehadiyyet’e yönelenler için sıratı müstekîm dir.[2] Diğer velayatler bunun hilafınadır.

       O derecelerde, matluba ulaşana kadar her bir dereceden diğerine bir gedik açıldı. Mesela kalb makamından onun aslının aslı olan fiil sıfatlarına ulaşana kadar bir gedik açıldı. Aynı şekilde ruh maka mından zati sıfatlara kadar bir gedik açıldı ve bu kıyas üzere…(Diğerlerinde durum aynıdır)

       Şüphe yokki Allahu Teala’nın fiilleri ve sıfatları yüce Zatı’ndan ayrılmış değildir. Eğer ayrılık varsa o zıllerdedir. Bu makamda sıfatlara ve fiillere vasıl olucular için misalden münezzeh olan yüce ve mukad des zatın tecellilerinden nasib vardır. Nasılki bu devlet işini tamamladıktan sonra ehfa sahibi için hasıl olduğu gibi. Her ne kadar yükseklik ve aşağılık itibarı ile farklılık baki kalsada  kalb sahibinin ehfa sahibi ile eşitliği iddia etmesinin vechi yoktur.

       Şu makamda hata yapmayasın. Bilki şu farklılıklar ancak veliler arasında tasavvur olunur. Zira kalb velayeti sahibi, her ikisi kemal mertebesine ulaştıktan sonra ehfa velayetinden daha düşüktür. İmdi peygamberler ile veliler arasında bu farklılık düşünülemez zira peygamberin velayeti kalb makamından ortaya çıksa da velinin velayetinden -ehfa makamından ortaya çıksa da- efdaldir. Bu kişi işi tamamlayanlardan olsa bile. Bunun sırrı şudur ki, velayet sahibi daima o velayetin peygamberinin adımı altındadır. Hangi velayet olursa olsun. Allahu Teala şöyle buyurdu:

‘Muhakkak gönderilen kullarımız için sözümüz geçti ki onlar elbette yardım olunmuşladır, elbette bizim ordularımız –onlar- galiblerdir’ [3]

       Evet! Muhakkak şu farklılık peygamberlerin bazısı ile diğer bazısı arasında tasavvur olunur. Bunlardan üst makam sahibi alt makam sahibin den efdaldir. Fakat şu farklılık aynı şekilde paygamberler arasında alemi emir kemalatları dairelerinin sonuna kadardır. Bundan sonra üstünlük üste ve altta olmaya bağlı değildir. Belki bu makamda, alt makam sahibi-nin üst makam sahibinden faziletli olması mümkündür. Musa ve isa aleyhisselam arasında şu makamdaki farklılığı müşahede ettiğimiz gibi. (Peygamberimiz ve o ikisinin üzerine salat ve selam olsun) Zira Musa, o makamda cesim ve büyük şan sahibidir, şu şan ve cesamet o makamda İsa için yoktur. Netice olarak bildik ki şu makamdaki farklılık üst ve atta olamanın ötesinde başka bir iştir. İnşallah Allahın güzel yardımı, mükem mel ihsanı ve yüce ikramı ile bundan sonra onu tafsilatlı şekilde beyan edeceğim.

       Halilurrahman ile son Peygamberden başka diğer peygamberler arasındaki melekiyyet ve beşeriyyetin hakikatlerinin tamamının üstünde olan Kabe-i rabbaniyenin hakikatı ile alakası olan kemalatlardaki  farklılığı da aynı şekilde bulduk. Hepsinin üzerine salat ve selam olsun.

       Muhakkak ki Halil için o makamda büyük bir şan ve yüksek bir merte-be vardır ki, hiçbir kimse için o şan ve mertebe hasıl olmamıştır. Kibriya ve azamet parıltılarının zuhur makamı için uygun olan şu yüksek makam-da, icmal makamı olan şu makamın merkezinin kemalatları, Hatemir Rusulün nasibidir, geri kalan tafsilatın tamamı, Halile bırakılmıştır. Peygamberlerden ondan başkası ve velilerin kamillerinin her biri şu makamda Halil’in tabileridir.

       Sanki peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem şu icmalin tafsilini taleb etti. Şöyleki İbrahim’in salat ve bereketine benzeyen salat ve bereketi istedi. (Peygamberi mizin ve onun üzerine salat ve selam olsun)

       Muhakak bu fakir için zahir oldu ki şu tafsil kendisi için bin sene geçtikten sonra hasıl oldu. İsteğine icabet olundu. Bunun üzerine ve diğer bütün nimetler üzerine Allah’a hamd olsun.

       Şu yüce makamın kemalatları velayet kemalatlarının üstündedir, risalet ve nübüvvet kemalatlarının üstündedir. Nasıl bunların üstünde olmasın, zira şu hakikat [4] keremli peygamberler ve büyük melekler için kendisine secde olunandır. (Onlar üzerine salat ve selam olsun).

       Mebde’ ve Mead Risalesi’nde şu fakirin yazdığı şey, ‘Muhakkak hakikatı Muhamediye, makamın dan yükseldi üstünde bulunan hakikatı Kabe'ye ulaştı ve onunla birleşti. Hakikatı Muhammediye için Hakikatı Ahmediye ismi arız oldu. (Meydana geldi).

       Şu hakikat yani Hakikatı Kabe, şu hakikatı Ahmediyenin zıllerinden bir zıl oldu. Şu hakikat, zahir olmadan evvel hakikat zan edildi. Bu karışıklık çok kere vaki olur. Asıl zahir olmadan evvel zıl, asıl zan edilir ve hakikat diye isimlendirilir. Bundan dolayı tek bir makam birkaç kere zahir olur.

       Onun sırrı: şu makamın ortaya çıkışları, şu diğer makamın zılleri itibarı iledir. Ve o makamın hakikatı hakikatte son mertebede zahir olan şeydir.

Eğer ‘Şu mertebe, mertebelerden zahir olanların en sonuncusu olduğu nereden bilinsinki, onun hakikat olduğu anlaşılsın’ denilirse: derim ki, geçmiş zuhuratların zıl olduğunun bilinmesinin hasıl olması, şu diğer zuhurların son olduğunun adil şahididir. Zira şu bilgi, geçmiş zuhuratlar vaktinde hasıl değildi. Belki her zahir olan hakikat gibi görünürdü. Ondan zıl sayılan şey asıl zan edilirdi. Her ne kadar şu hakikatlerin ihtilafı nerden geldiği bilinmese de. Bunu iyi anla.

       Ey evlad! Geçmiş marifetlerden bilindi ki alemi emirle alakalı kemalatlar, alemi halkla alakalı kemalatlar için yükseliş ve mukaddime-lerdir. Evvelki kemalatlar zılliyetten boş değildir. Velayet makamlarına mahsusturlar. İkinci kemalatlar, zılliyet şaibesinden beridirler. Şu dünya hayatının zuhurları için münasibdirler. Onlarda nübüvvet makamın dan kamil nasibler vardır. Velayete bağlı olan hakikat ve tarikat nübüvvet makamından ortaya çıkan şeriat için hizmetçidirler. Velayet, nübüvvete yükselmek için merdiven olur.

       Bu açıklamadan bilindiki Nakşibendi büyüklerinin seçtiği seyir ki onun başlangıcı alemi emirdendir. O seyir daha uygun ve daha münasibdir, zira yükselmek aşağıdan -ki o alemi emirdir-, yükseğe doğru olur ki oda -alemi halkdır-; yüksekten aşağı doğru olmaz. İlaç hangisidir, zira şu muamma herkes için açılmış değildir, belki ekserisinin bakışı surete doğrudur. Alemi halkı düşük zan ettiler ve yükselmeye, suret olan düşükten (sureta) yüksek olana doğru başladılar.

Şu minvalin aksi üzere olan halin hakikatını bileme diler. Onların hakikatte düşük zan ettiği, yüksek olandır. Onların yüksek zan ettiği düşük olandır. Evet! Alemi halkda olan en son nokta aslın aslı olan ilk noktaya yakın olarak vaki oldu. Şu yakınlık başka bir nokta için mümkün olmadı.

       Mısra:

‘Kereme halkın en layık olanı, asilerdir’.

       Şu müşahede, nübüvvet kandilinden alınmıştır. Velayet sahibleri şu marifetten nasibi az olanlardır. Üzerlerine salat ve selam olsun. Peygamberlerin başlangıcı alemi emirden oldu. Ve onlar hakikattan şeriata geldiler. Bu babda netice söz seyirleri peygamberlerin seyrine muvafık olan kamil veliler için başlangıçta şeriatın sureti vardır. Ortada alemi emre münasib olan velayetle alakalı tarikatla hakikat vardır. Nihayette nübüv-vetin meyvesi olan şeriatın hakikatı vardır. Bu izahdan karalaştırıldı ki tarikatın meydana gelmesi, şeriatın hakikatının meydana gelmesi üzerine mukaddemdir. Kamil velilerin ve gönderilen peygamberlerin başlangıcı hakikattan oldu. Her birerlerinin nihayeti şeriatadır.

       ‘Velilerin başlangıcı peygamberlerin nihayetidir’ diyen kişinin sözünün bir manası yoktur. Bu söz ile velilerin başlangıcı ve peygamberlerin nihayeti ile parlak şeriatı kast etti. Evet! Şu miskin, halin hakikatı üzere muttali olmayınca bu şekilde bir söz konuştu ve (hangi manaya geldiğine) aldırmadı. Şu marifetler hiçbir kimse bunlarla konuşmadıysa da; belki ekserisi aksine gidip onları idraktan uzak gördüyseler de fakat insaflı olan, peygamberlerin azamet tarafını mülahaza edince ve şeriatın büyüklüğü onu kaplayınca şu derin marifetleri kabul etmesi ihtimal eder ve şu kabul, imanın ziyadesine vesile yapılır.

       Ey evlad! peygamberler (üzerlerine salat ve selam olsun) davetlerinin alemi halk üzere aid ettiler. ‘İslam beş şey üzere bina edildi’[5] hadisi şerifi bu hususta açıktır. Kalbin, alemi halk ile münasebeti fazla olunca diğerleri gibi onu da tasdik ile davet ettiler, kalbden gayrısı hakkkında konuşmadılar, belki o (diğerlerini) yola atılmış gibi yaptılar ve onu maksad lardan saymadılar. Evet bu şekilde olması gerekir çünkü cennet nimetleri, cehennem azabları, Mevlayı görme nimeti ve ondan mahrum olmak bunların hepsi alemi halka bağlanmıştır, bunlardan hiçbir şeyin alemi emir ile  asla alakası yoktur. [6]

       Aynı şekilde farz, vacib, sünnet amelleri yapmak alemi halkdan olan bedenle alakalıdır. Ameller den alemi emrin nasibi nafilelerdir. Amelleri eda etmenin meyvesi olan yakınlık, onların meyvesi olan ameller miktarınca olur. Şüphesiz farzları edanın neticesi olan yakınlık alemi halkın nasibi olur. Nafilelerin edasının meyvesi olan yakınlık alemi emrin nasibi olur. Şüphe yokki farza kıyasla nafileye itibar ve değer vermek yoktur.[7] Keşki nafile için uçsuz bucaksız denize nisbetle damla hükmü olsaydı. Belki şu nisbet nafile için sünnete kıyasla vardır. Her ne kadar sünnet ile farz arasındaki nisbet, damlanın denize nisbeti gibi olsa da.

Şu iki kurbiyetin arasındaki farklılığın bunun üzerine kıyas edilmesi gerekir ve alemi halkın alemi emir üzerine olan üstünlüğü bu farklılıktan bilinmesi gerekir. Mahlukatın ekserisi şu manalardan nasibleri olmayınca farzları tahrib eder oldular. Nafileleri revaclandırmaya uğraşırlar.

Nâkıs dervişler zikri ve tefekkürü en mühim şeylerden sayarlar, farz-ları ve sünnetleri yapmakta gevşeklik gösterirler. Cematları ve cemiyetleri terk ederek erbainleri seçerler. Bilmezler ki cemaat ile birlikte tek bir farzı eda etmek, onların erbainlerinden binlercesinden daha efdaldir. Evet! Şeriat edeblerine riayet ile birlikte fikir ve zikir, üstün ve mühimdir.

       Noksan alimlerde aynı şekilde nafileleri revaçlan dırmaya koşarlar, farzları tahrib ederler, onları zayi ederler. Mesela Aşura namazı, bundandır. Peygamberimizden (Sallallahu aleyhi ve sellem) tam bir cemaat ve cemiyetle birlikte onu (aşura namazı) kıldığı sahih olmadı. Halbuki onlar, fıkıh rivayetlerinin nafilelerde cemaatın mekruh olduğunu beyan ettiğini bilirler.

Onlar farzların edasında o şekilde tenbellik ederler ki az kere onlar-dan farzı, müstehab vaktinde eda eden (nadir) bulunur. Bilakis çok kere asıl vaktinden onu kaçırırlar. Çok kere, cemaat ile kayıtlamazlar bir veya iki kişiyle cemaatte yetinirler. Belki çok kere tek başına iktifa ederler. Ehli islamın uyduğu kişilerin muamelesi böyle olunca, avamdan diğerleri hakkında ne dersin. Amellerin kötülüğü, şu fillerin uğursuzluğundan dolayı islamda zayıflık ortaya çıktı. Şu muamelenin karanlığından ve hallerin bulanıklığından mahlukat arasında bid’atlar zahir oldu. [8]

     Şiir:

Himmetlerimi size açıkladım, bıkmanızdan korktum; eğer böyle olmasaydı söz çoktu.

       Aynı şekilde nafileleri eda etmek zıllerden olan bir zıllın yakınlığını verir, farzları eda etmek zılliyet kokusu bulunmayan aslın yakınlığını verir. Şu kadar var ki nafile, farzların tamamlanması için eda edilirse bu takdirde şu nafile de asla (Mevla’ya) yakınlığı hasıl etmek için yardımcı ve imdatçı olur ve farzlara katılır.[9]

       Farzların edası, zaruretle asla (Mevla’ya) nazır ve müteveccih olan alemi halka, zaruretle münasib olur. Nafileleri eda etmek zılle nazır olan alemi emre münasib olur.



[1] Asla (Mevla) daha yakın olan daha faziletlidir.

[2] Padişah yolu gibi özel hazırlanmış ve doğruca kişiyi Mevla’ya ulaştırır.

[3] Veli, veli olmak için Peygamberine tabi olmalıdır ki ona velilik nasib olsun. Ona verilen bütün haller Peygamberinden alınmıştır.

[4] Kabenin hakikatı.

[5] Buhari.

[6] Bütün ahıret halleri beden üzerine dayalıdır. Ruh orda bedene tabidir. Asıl lezzetlwnme veya eziyetlenme bedende olacaktır.

[7] Bu yüzden farzların elde ettirdiği yakınlığa diğerleri ulaşamaz.

[8] Hangi kavim bir bid’atı işlerse, Allahu Teâlâ onlardan bir sünneti kaldırır. Bu zamanda insanlar teravih  ve tesbih namazlarını cemaatle kılarlar fakat beş vakti hele sabah namazını cemaatle kılmazlar. Belki hiç kılmazlar.

[9] Hatta mahşer de farz namaz hesabında noksanı olanın namazlarındaki noksanlık nafileler ile tamamlanacaktır.

Yasal uyarı : Sitedeki sohbet, yazı ve resimler; üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan ve kaynak göstererek alınabilir.
Üzerinde değişiklik yapılması, ticari amaçla kullanılması hukûken yasaktır.