Bilinmesi lazım olan şeydendir ki,
geride zikri geçen şu yükseliş, istidâdı tam olan Muhammedi meşrebe mahsustur, onun
için alemi emirde küçüğü olsun büyüğü olsun beş cevherin kemalatından olgun bir
nasib vardır. Aynı şekilde onun için şu beş şeyin asıllarından bol nasib
vardır. Yani vacib Teala’nın isimlerinin zıllerinden. Aynı şekilde o zıllerin
asılların-dan da nasibi vardır. İsim ve sıfatların makamını kast ediyorum.
İstidadı tam olan dedim; zira çok kere
zahirde Muhammedi meşreb olur ve onun için alemi emrin mertebelerinin nihayeti
olan ehfa kemalatından nasib olur, fakat ehfa muamelesini tamamlayamaz ve son
noktaya ulaşamaz, belki başında veya ortasında kalır. Ehfada onun için kusur
olunca aynı şekilde onun asıllarında da o miktarca onun için noksanlık
olur. Muamelesinin tamamlamaya imkan bulamaz. Alemi emirden olan geri kalan dört
latifenin de hükmü aynı şekildedir. Şöyleki her mertebe de tam istidat, o
mertebeden olan son noktaya ulaşmaya bağlanmıştır. Başta veya ortada durmak
noksandan haber verir. İsterse nihayete ulaşmakta olan bu noksanlık kıl
miktarda olsun.
Şiir:
Herne kadar az olsa da sevgililinin
ayrılığı az değildir, yarım kıl gözde zarar vericidir.
Şu noksanlık asıllara ve asılların
asıllarına sirayet eder. Ve matlaba (Mevla’ya)ulaşmaktan mani olucu olur. Şu
yükseliş Muhammedi meşreb olana mahsus demiştim, çünkü Muhammedi meşreb
olmayanın kemali velayet derece-lerinden ilk derece üzere ait kalır. Evvelki
derceden murad kalb mertebesidir. Onlardan bazısının kemali velayet
derecelerinden ikincisi olan ruh makamına ait kalır. Onlardan bazısının
kemalinin nihayet yükselişi üçüncü dereceye olur yani sır makamına. Onlardan
bazısının kemalinin nihayet yükselişi dördüncü dereceye kadar olur. Hafi
makamını kast ediyorum.
Evvelki derece için fiil sıfatlarının
tecellisi ile münasebet vardır. İkinci derce için sıfatı sübütiyyenin tecellisi
ile münasebet vardır. Üçüncü dere-ce için zati şanlar ve itibarların tecellisi
ile münasebet vardır, dördüncü derece için takdis ve tenzih makamı ile münasebet
vardır.
Velayet derecelerinden olan her bir
derece, ulul azim olan peygam-berlerden bir peygamberin adımı altındadır. Bu
derecelerden evvelkisi Adem aleyhisselamın adımı altındadır. Peygamberimiz ve
onun üzerine salat ve selam olsun. Onun Rabbi, fiillerin sudur menşe-i olan
tekvin sıfatı dır. İkinci derece İbrahim Aleyhisselamın adımı altındadır, bu
makamda ona Nuh aleyhisselam ortak olur. Her ikisinin rabbi zati sıfatları cem
eden ilim sıfatıdır.
Üçüncü derece Musa Aleyhisselamın adımı altındadır onun rabbisi şuunat
makamlarından kelam şe’nidir. Dördüncü derece İsa aleyhis-selamın adımı
altındadır. Onun Rabbi sıfatı selbiyedendir, sıfatı sübütiyeden değil. Çünkü
onlar (selbiye sıfatları) takdis ve tenzih makamıdır. Mela -i-keyi kiramın
ekserisi şu makamda, İsa aleyhisselama ortaktır. (Peygam-berimizin ve onların
üzerine salat ve selam olsun) Büyük şan, onlar için şu makamda hasıldır.
Beşinci derece peygamberlerin sonuncusu
Muhammed Aleyhisse-lamın adımım altındadır, onun ve diğerlerinin üzerine salt
ve selam olsun. Onu rabbi bütün tenzih, takdis, şuunat ve sıfatları cem edici
olan rablerin Rabbisidir, şu kemalatların dairesinin merkezidir. Sıfat ve
şanlar mertebe-sinde şu toplayıcı olan şandan, ilim şanı diye tabir etmek
münasibdir. Çünkü şu şan, bütün kemaltları cem eden büyük bir şan olduğu için.
Şu münasebet sebebiyle peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem’in dini,
İbrahim aleyhis-selamın dini oldu ve kıblesi onun kıblesi oldu.
Bilinmesi lazım gelirki, velayette
adımların üstün olması, derecelerin öne almak ve geri bırakmak itibarı
ile değildir ki, ehfa sahibi diğerinden üstün olsun. Diğerleri de bu kaide
üzeredir. Belki asla olan yakınlık veya uzaklık itibarı iledir ve zılal
derecelerinin menzillerini çokluk ve azlık bakı-mından dürmek itibarıyladır.[1]
Buna binaen, asla olan yakınlığı itibarı ile kalb sahibinin, kendisi için
asla (Mevla’ya) yakınlığı hasıl olmayan ehfa sahibinden daha faziletli olması
caizdir. Nasıl olmasın ki valeyet derecelerinden en son derece de olan peygamber,
velayeti en üst derecede olan velinin velayetinden kesin-likle efdaldir (çünkü
peygamber, Mevla’ya daha yakındır)
Gizli kalmasın ki zikredilen sıra üzere
latifelerin seyri sülükü, –kalbten ruha-ruhtan sırra-sırdan hafiye-hafiden
ehfaya olan intikali kast ediyorum- aynı şekilde Muhammedi meşreb olana
mahsustur. Zira o, alemi emirden olan şu beş latifenin seyrini tertib ile
tamamlar, sonra bunların asıllarında seyreder ve seyri sülükünü bu sırayı
gözeterek asılların asılların da seyir den sonra tamamlar. Zikr edilen şu sıra
üzere olan bu yol, Mevla’ya ulaş-mak için sultani yoldur, Zati Ehadiyyet’e
yönelenler için sıratı müstekîm dir.[2]
Diğer velayatler bunun hilafınadır.
O derecelerde, matluba ulaşana kadar her
bir dereceden diğerine bir gedik açıldı. Mesela kalb makamından onun aslının
aslı olan fiil sıfatlarına ulaşana kadar bir gedik açıldı. Aynı şekilde ruh
maka mından zati sıfatlara kadar bir gedik açıldı ve bu kıyas
üzere…(Diğerlerinde durum aynıdır)
Şüphe yokki Allahu Teala’nın fiilleri ve
sıfatları yüce Zatı’ndan ayrılmış değildir. Eğer ayrılık varsa o zıllerdedir.
Bu makamda sıfatlara ve fiillere vasıl olucular için misalden münezzeh olan
yüce ve mukad des zatın tecellilerinden nasib vardır. Nasılki bu devlet işini
tamamladıktan sonra ehfa sahibi için hasıl olduğu gibi. Her ne kadar yükseklik
ve aşağılık itibarı ile farklılık baki kalsada
kalb sahibinin ehfa sahibi ile eşitliği iddia etmesinin vechi yoktur.
Şu makamda hata yapmayasın. Bilki şu
farklılıklar ancak veliler arasında tasavvur olunur. Zira kalb velayeti sahibi,
her ikisi kemal mertebesine ulaştıktan sonra ehfa velayetinden daha düşüktür.
İmdi peygamberler ile veliler arasında bu farklılık düşünülemez zira peygamberin
velayeti kalb makamından ortaya çıksa da velinin velayetinden -ehfa makamından
ortaya çıksa da- efdaldir. Bu kişi işi tamamlayanlardan olsa bile. Bunun sırrı
şudur ki, velayet sahibi daima o velayetin peygamberinin adımı altındadır.
Hangi velayet olursa olsun. Allahu Teala şöyle buyurdu:
‘Muhakkak gönderilen
kullarımız için sözümüz geçti ki onlar elbette yardım olunmuşladır, elbette
bizim ordularımız –onlar- galiblerdir’ [3]
Evet! Muhakkak şu farklılık
peygamberlerin bazısı ile diğer bazısı arasında tasavvur olunur. Bunlardan üst
makam sahibi alt makam sahibin den efdaldir. Fakat şu farklılık aynı şekilde
paygamberler arasında alemi emir kemalatları dairelerinin sonuna kadardır.
Bundan sonra üstünlük üste ve altta olmaya bağlı değildir. Belki bu makamda,
alt makam sahibi-nin üst makam sahibinden faziletli olması mümkündür. Musa ve
isa aleyhisselam arasında şu makamdaki farklılığı müşahede ettiğimiz gibi.
(Peygamberimiz ve o ikisinin üzerine salat ve selam olsun) Zira Musa, o makamda
cesim ve büyük şan sahibidir, şu şan ve cesamet o makamda İsa için yoktur.
Netice olarak bildik ki şu makamdaki farklılık üst ve atta olamanın ötesinde
başka bir iştir. İnşallah Allahın güzel yardımı, mükem mel ihsanı ve yüce
ikramı ile bundan sonra onu tafsilatlı şekilde beyan edeceğim.
Halilurrahman ile son Peygamberden başka
diğer peygamberler arasındaki melekiyyet ve beşeriyyetin hakikatlerinin
tamamının üstünde olan Kabe-i rabbaniyenin hakikatı ile alakası olan
kemalatlardaki farklılığı da aynı
şekilde bulduk. Hepsinin üzerine salat ve selam olsun.
Muhakkak ki Halil için o makamda büyük bir
şan ve yüksek bir merte-be vardır ki, hiçbir kimse için o şan ve mertebe hasıl
olmamıştır. Kibriya ve azamet parıltılarının zuhur makamı için uygun olan şu
yüksek makam-da, icmal makamı olan şu makamın merkezinin kemalatları, Hatemir
Rusulün nasibidir, geri kalan tafsilatın tamamı, Halile bırakılmıştır.
Peygamberlerden ondan başkası ve velilerin kamillerinin her biri şu makamda
Halil’in tabileridir.
Sanki peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve
sellem şu icmalin tafsilini taleb etti. Şöyleki İbrahim’in salat ve bereketine
benzeyen salat ve bereketi istedi. (Peygamberi mizin ve onun üzerine salat ve
selam olsun)
Muhakak bu fakir için zahir oldu ki şu
tafsil kendisi için bin sene geçtikten sonra hasıl oldu. İsteğine icabet
olundu. Bunun üzerine ve diğer bütün nimetler üzerine Allah’a hamd olsun.
Şu yüce makamın kemalatları velayet
kemalatlarının üstündedir, risalet ve nübüvvet kemalatlarının üstündedir. Nasıl
bunların üstünde olmasın, zira şu hakikat [4]
keremli peygamberler ve büyük melekler için kendisine secde olunandır. (Onlar
üzerine salat ve selam olsun).
Mebde’ ve Mead Risalesi’nde şu fakirin
yazdığı şey, ‘Muhakkak hakikatı Muhamediye, makamın dan yükseldi üstünde
bulunan hakikatı Kabe'ye ulaştı ve onunla birleşti. Hakikatı Muhammediye için Hakikatı
Ahmediye ismi arız oldu. (Meydana geldi).
Şu hakikat yani Hakikatı Kabe, şu
hakikatı Ahmediyenin zıllerinden bir zıl oldu. Şu hakikat, zahir olmadan evvel
hakikat zan edildi. Bu karışıklık çok kere vaki olur. Asıl zahir olmadan evvel
zıl, asıl zan edilir ve hakikat diye isimlendirilir. Bundan dolayı tek bir
makam birkaç kere zahir olur.
Onun sırrı: şu makamın ortaya çıkışları,
şu diğer makamın zılleri itibarı iledir. Ve o makamın hakikatı hakikatte son
mertebede zahir olan şeydir.
Eğer ‘Şu
mertebe, mertebelerden zahir olanların en sonuncusu olduğu nereden bilinsinki,
onun hakikat olduğu anlaşılsın’ denilirse: derim ki, geçmiş zuhuratların
zıl olduğunun bilinmesinin hasıl olması, şu diğer zuhurların son olduğunun adil
şahididir. Zira şu bilgi, geçmiş zuhuratlar vaktinde hasıl değildi. Belki her
zahir olan hakikat gibi görünürdü. Ondan zıl sayılan şey asıl zan edilirdi. Her
ne kadar şu hakikatlerin ihtilafı nerden geldiği bilinmese de. Bunu iyi anla.
Ey evlad! Geçmiş marifetlerden bilindi
ki alemi emirle alakalı kemalatlar, alemi halkla alakalı kemalatlar için
yükseliş ve mukaddime-lerdir. Evvelki kemalatlar zılliyetten boş değildir.
Velayet makamlarına mahsusturlar. İkinci kemalatlar, zılliyet şaibesinden
beridirler. Şu dünya hayatının zuhurları için münasibdirler. Onlarda nübüvvet
makamın dan kamil nasibler vardır. Velayete bağlı olan hakikat ve tarikat
nübüvvet makamından ortaya çıkan şeriat için hizmetçidirler. Velayet, nübüvvete
yükselmek için merdiven olur.
Bu açıklamadan bilindiki Nakşibendi
büyüklerinin seçtiği seyir ki onun başlangıcı alemi emirdendir. O seyir daha
uygun ve daha münasibdir, zira yükselmek aşağıdan -ki o alemi emirdir-, yükseğe
doğru olur ki oda -alemi halkdır-; yüksekten aşağı doğru olmaz. İlaç
hangisidir, zira şu muamma herkes için açılmış değildir, belki ekserisinin
bakışı surete doğrudur. Alemi halkı düşük zan ettiler ve yükselmeye, suret olan
düşükten (sureta) yüksek olana doğru başladılar.
Şu minvalin
aksi üzere olan halin hakikatını bileme diler. Onların hakikatte düşük zan
ettiği, yüksek olandır. Onların yüksek zan ettiği düşük olandır. Evet! Alemi
halkda olan en son nokta aslın aslı olan ilk noktaya yakın olarak vaki oldu. Şu
yakınlık başka bir nokta için mümkün olmadı.
Mısra:
‘Kereme
halkın en layık olanı, asilerdir’.
Şu müşahede, nübüvvet kandilinden
alınmıştır. Velayet sahibleri şu marifetten nasibi az olanlardır. Üzerlerine
salat ve selam olsun. Peygamberlerin başlangıcı alemi emirden oldu. Ve onlar
hakikattan şeriata geldiler. Bu babda netice söz seyirleri peygamberlerin
seyrine muvafık olan kamil veliler için başlangıçta şeriatın sureti vardır.
Ortada alemi emre münasib olan velayetle alakalı tarikatla hakikat vardır. Nihayette
nübüv-vetin meyvesi olan şeriatın hakikatı vardır. Bu izahdan karalaştırıldı ki
tarikatın meydana gelmesi, şeriatın hakikatının meydana gelmesi üzerine
mukaddemdir. Kamil velilerin ve gönderilen peygamberlerin başlangıcı hakikattan
oldu. Her birerlerinin nihayeti şeriatadır.
‘Velilerin başlangıcı peygamberlerin
nihayetidir’
diyen kişinin sözünün bir manası yoktur. Bu söz ile velilerin başlangıcı ve
peygamberlerin nihayeti ile parlak şeriatı kast etti. Evet! Şu miskin, halin
hakikatı üzere muttali olmayınca bu şekilde bir söz konuştu ve (hangi manaya
geldiğine) aldırmadı. Şu marifetler hiçbir kimse bunlarla konuşmadıysa da;
belki ekserisi aksine gidip onları idraktan uzak gördüyseler de fakat insaflı
olan, peygamberlerin azamet tarafını mülahaza edince ve şeriatın büyüklüğü onu
kaplayınca şu derin marifetleri kabul etmesi ihtimal eder ve şu kabul, imanın
ziyadesine vesile yapılır.
Ey evlad! peygamberler (üzerlerine salat
ve selam olsun) davetlerinin alemi halk üzere aid ettiler. ‘İslam beş şey
üzere bina edildi’[5]
hadisi şerifi bu hususta açıktır. Kalbin, alemi halk ile münasebeti fazla
olunca diğerleri gibi onu da tasdik ile davet ettiler, kalbden gayrısı
hakkkında konuşmadılar, belki o (diğerlerini) yola atılmış gibi yaptılar ve onu
maksad lardan saymadılar. Evet bu şekilde olması gerekir çünkü cennet
nimetleri, cehennem azabları, Mevlayı görme nimeti ve ondan mahrum olmak
bunların hepsi alemi halka bağlanmıştır, bunlardan hiçbir şeyin alemi emir ile asla alakası yoktur. [6]
Aynı şekilde farz, vacib, sünnet amelleri
yapmak alemi halkdan olan bedenle alakalıdır. Ameller den alemi emrin nasibi
nafilelerdir. Amelleri eda etmenin meyvesi olan yakınlık, onların meyvesi olan
ameller miktarınca olur. Şüphesiz farzları edanın neticesi olan yakınlık alemi
halkın nasibi olur. Nafilelerin edasının meyvesi olan yakınlık alemi emrin
nasibi olur. Şüphe yokki farza kıyasla nafileye itibar ve değer vermek yoktur.[7]
Keşki nafile için uçsuz bucaksız denize nisbetle damla hükmü olsaydı. Belki şu nisbet
nafile için sünnete kıyasla vardır. Her ne kadar sünnet ile farz arasındaki
nisbet, damlanın denize nisbeti gibi olsa da.
Şu iki
kurbiyetin arasındaki farklılığın bunun üzerine kıyas edilmesi gerekir ve alemi
halkın alemi emir üzerine olan üstünlüğü bu farklılıktan bilinmesi gerekir.
Mahlukatın ekserisi şu manalardan nasibleri olmayınca farzları tahrib eder
oldular. Nafileleri revaclandırmaya uğraşırlar.
Nâkıs
dervişler zikri ve tefekkürü en mühim şeylerden sayarlar, farz-ları ve
sünnetleri yapmakta gevşeklik gösterirler. Cematları ve cemiyetleri terk ederek
erbainleri seçerler. Bilmezler ki cemaat ile birlikte tek bir farzı eda etmek,
onların erbainlerinden binlercesinden daha efdaldir. Evet! Şeriat edeblerine
riayet ile birlikte fikir ve zikir, üstün ve mühimdir.
Noksan alimlerde aynı şekilde nafileleri
revaçlan dırmaya koşarlar, farzları tahrib ederler, onları zayi ederler. Mesela
Aşura namazı, bundandır. Peygamberimizden (Sallallahu aleyhi ve sellem) tam
bir cemaat ve cemiyetle birlikte onu (aşura namazı) kıldığı sahih olmadı.
Halbuki onlar, fıkıh rivayetlerinin nafilelerde cemaatın mekruh olduğunu beyan
ettiğini bilirler.
Onlar
farzların edasında o şekilde tenbellik ederler ki az kere onlar-dan farzı,
müstehab vaktinde eda eden (nadir) bulunur. Bilakis çok kere asıl vaktinden onu
kaçırırlar. Çok kere, cemaat ile kayıtlamazlar bir veya iki kişiyle cemaatte
yetinirler. Belki çok kere tek başına iktifa ederler. Ehli islamın uyduğu
kişilerin muamelesi böyle olunca, avamdan diğerleri hakkında ne dersin.
Amellerin kötülüğü, şu fillerin uğursuzluğundan dolayı islamda zayıflık ortaya
çıktı. Şu muamelenin karanlığından ve hallerin bulanıklığından mahlukat
arasında bid’atlar zahir oldu. [8]
Şiir:
Himmetlerimi
size açıkladım, bıkmanızdan korktum; eğer böyle olmasaydı söz çoktu.
Aynı şekilde nafileleri eda etmek
zıllerden olan bir zıllın yakınlığını verir, farzları eda etmek zılliyet kokusu
bulunmayan aslın yakınlığını verir. Şu kadar var ki nafile, farzların
tamamlanması için eda edilirse bu takdirde şu nafile de asla (Mevla’ya)
yakınlığı hasıl etmek için yardımcı ve imdatçı olur ve farzlara katılır.[9]
Farzların edası, zaruretle asla
(Mevla’ya) nazır ve müteveccih olan alemi halka, zaruretle münasib olur.
Nafileleri eda etmek zılle nazır olan alemi emre münasib olur.
[1] Asla (Mevla) daha yakın olan daha
faziletlidir.
[2] Padişah yolu gibi özel hazırlanmış
ve doğruca kişiyi Mevla’ya ulaştırır.
[3] Veli, veli olmak için Peygamberine
tabi olmalıdır ki ona velilik nasib olsun. Ona verilen bütün haller
Peygamberinden alınmıştır.
[4] Kabenin hakikatı.
[5] Buhari.
[6] Bütün ahıret halleri beden üzerine
dayalıdır. Ruh orda bedene tabidir. Asıl lezzetlwnme veya eziyetlenme bedende
olacaktır.
[7] Bu yüzden farzların elde ettirdiği
yakınlığa diğerleri ulaşamaz.
[8] Hangi kavim bir bid’atı işlerse,
Allahu Teâlâ onlardan bir sünneti kaldırır. Bu zamanda insanlar teravih ve tesbih namazlarını cemaatle kılarlar fakat
beş vakti hele sabah namazını cemaatle kılmazlar. Belki hiç kılmazlar.
[9] Hatta mahşer de farz namaz hesabında
noksanı olanın namazlarındaki noksanlık nafileler ile tamamlanacaktır.
< Önceki | Sonraki > |
---|