Mekrtubat-ı Rabbani 2. cilt, 54. mektubtan...
İttiba'dan
olan üçüncü derece,
Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem'in hallerine, zevklerine ve iç
buluşlarına tabi olmaktır. Bunlar velâyet-i hâssaya tealluk eden (şeylerdir.)
Bu derece, velayet erbabına mahsustur. İsterse o velî saliki meczub olsun, isterse
maczubu salik olsun (fark etmez.)
Velayet
metebesi sonuna ulaşınca muhakkak nefis mutmainne oldu, tuğyan ve inadından
vazgeçti, inkardan ikrâra (dönüştü), küfürden islâma dönüştü. Mutâbaatta bundan
sonra ne şey yaparsa, o şey mutâbaatın hakikatı olur. Eğer namazı eda ederse
muhakkak mutâbaatın hakikatını eda etmiş olur. (Yani namazda.) Oruçta, zekatta
hüküm aynı şekildedir. Bu kıyas üzere, mutâbaatın hakikatı bütün şer-i
hükümlerin yerine getirilmesinde olucudur.
Eğer;
namazın orucun hakikatı nedir? Halbuki namaz ve oruçtan her birerleri hususi
fiillerden ibarettir. Emredildiği şekilde bu fiiller yapılsa, muhakkak hakikat
eda edilmiş olur. Bunun ötesinde hakikat nasıl olur? Suret nasıl olur? Denirse.
(Cevapta)
derim ki: Yeni başlayanın nefsi, bizzat ahkâm-ı semaviye- yi inkâr eden nefs-i
emmare olunca, o nefisten ahkâmı şeriyyeyi işlemek, suret itibarıyla olur.
Sona
ulaşanın nefsi mutmeinne olunca, şeriat hükümlerini rıza ve rağbetle kabul
edince; ondan ahkâmı işlemek hakikat itibarıyla oldu.
Mesela:
Münafık ve müslümandan her birerleri namazı eda eder. Münafıkın batınında inkâr
bulunduğu için ondan ancak sûretin edası sâdır olur (ortaya çıkar.) Müslüman
batının inkiyadı (boyun eğmesi) vasıtasıyla namazın hakikatıyla süslenmiştir.
Suret ve hakikat, bâtının inkârı ve ikrarına itibarladır.
(Yani
içinde tasdik olup ta şer-i ahkâm uygulanırsa hakikat, küfür olup ta
uygulanırsa suret olur.)
Dördüncü
derece mutâbaattan
bir derecedir. Evvelki derecede bu mutâbaatın sureti vardı, burada ise hakikatı
vardır. İttiba'dan olan bu dördüncü derece râsih âlimlere mahsustur. (Allah
çalışmalarını şükrana layık eylesin.) Muhakkak bu râsih âlimler nefsin
mutmainne olmasından sonra bu mutâbaat devletiyle hakikatlanırlar. Allah
dostları (Allah onların sırlarının
kudsiyetini artırsın) için, eğer nefsin
mutmainne olmasından bir nevi hasıl olsa bile lakin nefis için kamil mutmainne
(olmak,) veraset yoluyla âlimlerin nasibi olan nübüvvet kemâlâtının tahsilinde
hasıldır. Râsih alimler, nefsin
itmi'nanının kemali vasıtası ile, ittiba'nın hakikatı olan şeriatın hakikatıyla
hakikatlanırlar. Diğerlerinde (Râsih olmayan âlimler) bu kemalat yok olunca,
(onlar) bazen şeriatın suretiyle bazen şeriatın hakikatıyla hakikatlanırlar.
Râsih
Âlimlerin alametinden (bir nebze) beyan edelim ki; her bir zahir âlim, kendisinin râsih olduğunu iddia
etmesin; nefs-i emmaresini mutmainne
zannetmesin. Râsih âlim o şahıstır ki, kitap ve sünnetin müteşabih olanının
te'vilinden onun nasibi vardır; Kur'an surele rinin başındaki kesik harflerin
sırlarından hissesi vardır. Müteşabihatın te'vili kapalı sırlar cümlesindendir.
"El"
gibisini kudretle, "vech" gibisini zatla te'vil etmek, bu (kapalı sırlar
cümlesinden olduğu) zannedilmesin. Çünkü bu (şekilde yapılan) te'vil zahir
ilimden ortaya çıkar. Sırlarla (bunun) bir alâkası yoktur. Bu sırların ashabı,
Peygamberlerdir. (Üzerine salât ve selâm olsun.) Bu rumuzlar onların (Peygamberler)
muamelesine işarettir. Bu büyük devletle, bu büyüklere tabî olmak ve varis
olmak sebebiyle kendisi için bu dev let irade edilen herkes
şereflendirilir.
Mutâbaattan olan bu derecenin hasıl olması ki, bu
mutâbaat mutmeinne nefse bağlanmış, şeriatın sahibine (üzerina salât selâm
olsun) hakiki ittibaya ulaşmaya bağlan mıştır. Bazen fenâ ve bekânın aracılığı
olmaksızın, sülük ve cezbenin vasıtası olmaksızın ele geçebilir. Arada haller,
vecdler, tecelliler ve zuhuratlardan hiçbir şeyin olmaması da mümkündür. Bu
devlet vaktin ele geçen (peşin sermayesi) olur. Fakat bu devle te (ittiba
devleti) velâyet yolundan (seyr-i sülük) ulaşmak, diğer yollardan ulaşmaktan
daha yakındır. Diğer yol bu fakirin zannınca sünnet-i seniy-yeye yapışmak, (o
sünnetin sahibi üzerine salât, selâm ve tahiyye olsun), bid'atın isminden
resminden sakınmak yoludur. Kim ki bid'atı haseneden sakınmazsa; onun bid'atı
seyyieden sakınması, ruhunun derinliklerine bu devletten bir koku ulaştırmaz.
Bu mana bugün zordur. Çünkü âlem bid'at denizinin derinliklerinde boğulmuş,
bid'at karanlıklarında tatmin olmuştur. Bid'atı kaldırmakta ve sünneti ihya
etmekte kimin tâkatı var?
Bu vaktin
ekseri âlimleri bid'atı revaçlandırıyorlar. Sünneti yok ediyor lar. Geniş geniş
bid'atları işlemeye fetva veriyorlar, bilakis halkın örfünü illet yaparak
bid'atı müstahsen sayıyorlar. İnsanları bid'ata delalet ediyorlar. Keşke
bilseydim, şayet delalet yayılsa ve batıl örf olsa, teamül (halkın örfü) olur diye,
neyi (bahane olarak) derlerdi. Bilmezler mi, her teamül/örf istihsan delili
değildir. İtibar edilen teamül ancak, evvelki asırdan gelen bütün insanların
cem olmasıyla hasıl olan teamül/örf dür.
Fetevayı
Gıyasiyye de (bu mesele) zikredildiği gibi. Şeyhu-l İslâm Şehid (r.a.), Belh
meşayıhının istihsanını almıyoruz, ancak evvelki ulemamızın kavlini alıyoruz
dedi. (Allah onlara rahmet etsin.) Çünkü bir beldedeki teamül cevaza delâlet
etmez. Cevaza ancak sadr-ı evvelden (asrı saadet) beri gelen teamül delâlet
eder. (Bu), Peygamberimiz’in -sallallahu aleyhi ve sellem- onları bu iş üzere
takriri olduğuna delil olması içindir. Bu, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve
sellem- için şeriat (tayini) olmuş olur. Bu şekilde olmayınca onların
(diğerlerinin) fiilî huccet olmaz, ancak bütün beldelerdeki insanların
tamamından olursa, o zaman icmâ' olur. İcmâ huccettir.
Bakmazmısın
ki insanlar şarap satmaya, faiz alıp vermeye alışıp örf yapsalar bunların
helalığı ile fetva verilmez.[1] Şüphe
yok ki insanların hepsinin örfünü bilmek, bütün şehir ve beldelerin ameline
vâkıf olmak, insanın kuvvetinin tâkatı dışındadır. (Netice olarak) sadr-ı
evvelden gelen ve hakikatta Peygamberimiz'in -sallallahu aleyhi ve sellem- takriri olan ve
sünnete dönen teamül, (uygulanmakta sabit) kaldı. (Diğer örfler geçerli delil
olmaz.) Nerde bid'at ve nerde güzelliği?
Ashab-ı
kirâm rıdvânullahi aleyhim hazretlerinin bütün kemalatla-rının hâsıl olması
için, beşerin en Hayırlısının -sallallahu aleyhi ve sellem- sohbeti kâfî oldu.
Sofiye
yolunu seçmeden, sülük ve cezbe ile (mânevî) mesafeler kat' etmeden, selef
âlimlerinden râsih olmak devletiyle şereflenen, (bu devlete) sünnet-i
seniyyeye ittibaya yapışması vasıtasıyla (ulaştı), -sünneti seniyyenin sahibine
salât, selâm ve tahiyye olsun- razı olunmayan bid'atlardan kaçması vasıtasıyla
(ulaştı.)
Allah'ım!
Bizi sünnete ittiba üzere sabit kıl, bid’atları işlemekten, sünnetin sahibi
hürmetine -sallallahu aleyhi ve sellem- uzak eyle.
[1] Bu günkü halimizi beyan ediyor.
Şimdi insanların pek çoğu, kati haramları dikkate almıyorlar. Bunlar için helal
olduğuna asla fetva verilmez, zira Kur’an nasları kıyamete kadar değişmez.
Kendimiz Kur’ana uymalıyız, Kur’anı kendimize uyduramayız.
< Önceki | Sonraki > |
---|